28 Aralık 2014 Pazar

başlangıç

gelin oğullar  ateşin başına oturun ve sizden önce ateşin başına oturmuş olanların küllerinin hikayelerini dinleyin                                                                                                                                    
                                                           

23 Aralık 2014 Salı

nostalgia at witching hour for neil gaiman / papalegba / ayazağa




00:00
witching hour in golgotha
kuzeye hava güneye toprak batıya ateş doğuya su
dördün yanına kök gövde tohum
yedilerin içinde başka sayılar

iç içe geçen iki spiral
başlarından tuz giren dışarıya şeker çıkar, şeker giren kömür.

tanrıların ve iklimlerin hayvanlarla insanların çocukları olmasına izin verdiği zamandan kalan kemikler birbirine miyavlar havlar kişner meler kükrer ağlar dert yanar.
sarmal bedenin kökünde iç içe geçen ne varsa 
dönerek kendi içinde kaybolan
kendini her yerde terk eder.
bir tanrı bir memleketi terk eder gibi bir peygamberi terk eder
bacakları nehirler gibi büyük canlılar kasıklarından yağmur terler, 
orman tohumlar, kraterlerde uyurlar.
ağızlarından, memelerinden, apış aralarından ve nasırlarından ibaret kadınlar
önlerine çıkan her şeyi ısırır, koparır, parçalar ve kusar.
ay dilediğinde yörüngesinden çıkar, bir çöle yaklaşır, bir çöle yaslanır, onun omuzlarında uyuyakalır.
insan, daha bir fikirden ibarettir bazı başka fikirlerin aklında.
henüz nefes almak icat edilmemiştir, hava ne içe çekilmiş ne de dışarıya tükürülmüştür, 
henüz havaya ne ciğer ne de "ah" değmemiştir.
kediler henüz katılaşmamışlardır, magmanın içinde sıvı toprak olarak kuyruklarını altlarına toplamış,
mırıldanmaktan ibarettirler.
dünyanın göbeğindeki kedi gözü güneşin ışığı ile kocamandır.
ele ele tutuşmuş bazı dağlar çok uzaktaki bir güneş sisteminin müziği ile yere çökmektediler....
henüz zaman icat edilmemiştir, her şey bir andadır...
düş gören koca bir okyanus henüz uykuya yatmamış,kendi düşünün kıpırtıları içinde yok olmamıştır, ayaktadır, devasa balinalardan kanatlarıyla mars ile dünya arasında mekik dokumaktadır.

bazen biri 
bir anlığına 
elinin altında 
o anın içinde yankılanan tüm anların içinden geçen bir kedinin sırtını okşar.

...sonra geçer...

00:01
witching hour in golgotha


"tanrım....beni neden terk ettin."







18 Aralık 2014 Perşembe

kardeşler ve sevgililer

                                                                                                         
...oysa herkes habil ile kabil i kardeş sanır...                                                                                              ....meğerse onlar sevgili- lerdir...                                                                                                                 ...soyunup sarıldıklarıyla nasıl iki kaşık gibi iç içe yatarlarsa öyle yatarlar öldürdükleri ile...               iç içe.....                                                                                                                                                    başka bir evrenden gelen bir telgraf mesajını dinler gibi, onu çözümleyecek gibi, o evrenin bu evrene ne dediğini anlayacak gibi dinliyorlar birbirlerinin nabızlarını    uzun    kısa kısa       uzun uzunn  kısa   kısa     uzun tık tık tık  önce yavaş sonra hızlı sonra dinlenmiş sonra sırtını birbirine yaslanmış....birbirine benzeyen ama asla birbiriyle aynı olmayan iki nabız ....                                                            annelerinin omurgalarından miras aldıkları kalsiyumu iç içe eriyen kemiklerinde birleştirerek çürüyen iki sevgili....neydi kendimizi bir ötekinin kapısına bırakıp zili çalıp kaçmamızın sebebi...neyse öldürmedeki mantıksızlık işte öyle aynısı sevmenin içinde...birbirinde tamamlanmanın esasında tam bir yok oluş olduğunu bilerek....uzun uzun...kısa kısa    kısa sonra.....uzun....nabızların içinde duyulabilen ne varsa.... bedeninin kâsesinin içinde olanı diğerinin bedeninin kâsesinin içine dökerek....ne varsa dökülebilecek olan... dökerek...birbirinin üzerine...kendini ötekinde kirletirken bi'şiyleri beraberliğinizde ve beraberliğiniz sayesinde temize çekerek....                                                        ölerek...öldürerek ....                                                                                                                                                                                                               ...oysa herkes habil ile kabil i kardeş sanır...                                                                                              ....meğerse onlar sevgili lerdir...                                                    

                    

16 Aralık 2014 Salı

ser'


sevgili'm...sev'diğim....,
sevişirken dinlediğimiz ,şarkılardan sana bir cd yapmamı istiyorsun...
sana beni hatırlatacak sesleri bir yerde toplamamı
ve geride ne kalırsa siktir etmemi istiyorsun...
bizim yan yana oluşturduğumuz o mükemmel çaresizliğimiz dışında kalan herşeyin yalan olduğunu iddia ediyorsun.....
beni...seviyorsun...
birini seviyorsun...
madem ki bazı şarkılar içinde bazı şarkıları bekliyorsun...
demek ki ... sen birini çok ama çok...
di mi
di mi...ama..çok..
ama çok birini...
belki de beni seviyorsun....
madem ki bizim dışımızda her şey yıkılırken bir birimize sarılarak
bir birimizi koruyabiliyorsak....
belki de sen şu kısacık an beni bi' anlığına seviyosun....

demek ki biz birbirimizi severek ebeleye'biliyor ve birbirimizi birbirimizde sobe'leyebiliyorsak...
sen..şimdi...benim ve bizim hikayemizde benimle seviştiğin yerden
kendi yalnızlığına defolup giderken...

kendi kendini bişiy içine tükürme isteğine beni, birini alet ederken...

yani tüm bu manasızlıklar bir ilişki içinde anlamlanırken,
bazı ilişkiler bazı anlamlar üretirken...
aranılan anlamlar kendinde değil ama hep
bir öbüründe
bir ötekinde
bulunurken...

uyudun mu...
bekle
yanına gelebildiğim kadarıyla yanına uzanıyorum...


21 Kasım 2014 Cuma

bu tarafa doğru gelen uğursuz şey'ler 1.

"sana bu saatten sonra öğrenebileceğin ne kaldıysa,
- ama tam olarak, öyle yarım yamalak değil;
tam ve gerçek ismi ile öğrenebileceğin,
o ismi öğrenebilecek kadar
onu sevebilecek ve onu öldürebilecek kadar yakınlaşabileceğin ne kaldıysa -
işte tüm bunları sana bir gecede öğretebilirim." diyen bir yakışıklı kara kedi...

gecenin bir yarısında
herkesin kendini şehrin içine tükürülmüş bir balgam gibi hissettiği
bazı topraklarda,
yaşayanları, ölmüş olanları, iklimleri, kadîm kentleri
- ama ülkeleri değil ya da kanunları -
birbirine bağlayan duygu hatlarındaki kaymaların üzerine uzanmış,
sadece sırıtması kalana kadar gülümseyen
kara kedinin nerede bitip nerede gecenin başladığı anlaşılmıyor...
  -yalnız kendi duyduğu bir metronomun ritmi ile salınan kuyruk...

bir gece, bir kentin içinde bir yerde
kuru kalabalığın içinde
bir mitoloji ile karşılaştığını tek fark eden oğlan çocuğu
öğrenebileceği kadar sevebileceği
öldürebileceği ve öldürülebileceği kadar yakınlaşabileceği
bi'şiy arıyor...

    -herşeyin ardında duyulan, su damlasının çıplak taşın üzerine düştüğünde çıkardığı ses ile hareket        eden kuyruk...

insan, başkasında öğreniyor, başkasında öldürüyor...
yaşamın öldürebildiği kadarını öğrenebiliyor...

   "- gözlerinize bakabilmek isterdim...
     son kez...
     içinde hayatta asla göremeyeceğim tek manzarayı izleyen gözlerinizden o manzarayı izlemek      
     isterdim...
     benden uzaklaşan sırtınızın üzerinde ne kadar çok yüz gördüğümü,
     havada en son gülümsemeniz kalana kadar nasıl şeffaflaştığınızı,
     ama gülümsemelerinizin nasıl da asla gecenin içinden kaybolmadığını...
     size...bunları söylemek isterdim...
     gözlerinize bakabilmek isterdim."

bir mitoloji nedir ki,
birinin kendi içinde sürekli tekrar yaşadığı o büyük tramvanın
ezberlenmiş ve anlamını kaybederek grotesk bir form kazanmış
hayaletinden başka...

gecenin bir yarısı,
sokaktan eve süpürüebildiği herşeyle eve dönerek
sessizliğin o büyük gürültüsünü bastırmaya çalışan oğlanın
kucağında gece...
"sana bu saatten sonra öldürebileceğin
öğrenebileceğin ne varsa bu saatten sonra
ama tam anlamıyla
hepsini bir gecede verebilirim" diyen kedi, gecenin kucağında.




8 Kasım 2014 Cumartesi

parade / ateşler içinde



sabaha karşı,
kedilerin kuyruklarına tutunarak
geri dönüyor
ölü oğlanlar ve ölü misketleri
mezarlıklara...

bir savaş muhabiri gibi
biraz da gereksiziz...
kaydetmekten ibaret
şerh düşmekten
işte artık toprak
bir savaş muhabiri gibi
ölümlere şerh düşmekten ibaret...
şerh düşmekten ibaret...

"biz kuşaklar önce başladık buna...
biz..işimizi biliriz...
birini kurban etmeyi
ve sanki onu kurban etmemiş de elimizden düşürmüş gibi yapmayı,
biz onu bir buzdan kristal gibi
paramparçalamayı biliriz..."

ne anlama geldiğini bilmedikleri trafik işaretleri karşılıyor
oğlanları, hayaletleri ve kedileri...

aramızdan biri eksilmemiş gibi yapmayı,
onun boşluğunu doldurmak için
birbirimize sıkı sıkı sımsıkı sokulmayı biliriz biz...
biz havasız kalmayı ve havasız bırakmayı biliriz...

şimdiye kadar bilinen tüm uluslara ait marşları tersten çalarak yürüyorlar
bilinen herşeyi birbirinin içine geçirip bir bilinmezlik elde ederek

aynı anda üst üste binen;
dışarıdan korkunç bir karışıklık gibi gözüken
tüm o geçit törenlerinden biri olan ölü oğullar geçidi;
sabahın altısında tüm diğer geçitlerle
iç içe geçerek
kendinin dışında;
kendine benzeyen;
kendini aşan
kendinden ibaret olan
bir karışıklık gibi gözüken
"geçitler üstü"lük de kayboluyor...

ölülerin, öleceklerin, yaşama teğet geçip bir düşünce olarak kalacakların,
yanlış hatırlanacakların,...tüm her şeylerin geçit törenlerinin
o mükemmel koreografik kafa karışıklığının;
Tanrı'nın o mükemmel kafa karışıklığının
içinde
siz...
siz ... kedilerin ve kavalcıların geride bıraktığı...

müzik devam ediyor...
geçit töreni...ardında bir takım misketler ve başka geçit törenleri bırakarak devam ediyor...
iç içe
...
hep
...
iç içe...


23 Ekim 2014 Perşembe

gece... -I-



...artık biliyoruz; her şeyin bir sebebi var...
gece, dev bir okyanus gezegeninin gel - git'i gibi,
ne var ne yoksa taşabilecek olan....taşıyor...
sığmayacak olan sığmıyor kabına...
sokakları boş bırakmalı gece,

gece,neyi temizleyebilecekse temizleyecektir....

gece, bir başka olmayan okyanus-gezegeninin gel - git'i gibi süpürüyor önüne geleni...
geride kedilerden ve sebeplerini unutmuş bazı sonuçlardan başka hiçbir şey  bırakmayarak...
insanlar uzağa gider, uzaklardan geri gelir insanlar...
insanların uzakları vardır gidilecek ve geri gelinecek...
geceler, koparıldıkları uzayı özler gibi yıldız dolu...
geceler kendilerini gündüzleri gölgelere bölüştürürler...
geceler kendilerini gündüzleri kıyıya saklanmış öpüşmelere bölüştürürler...
gündüzler - her kedinin bildiği gibi - içten içe yalan söylerler...
belki de gündüzler bir grup yalandan ibarettirler...
kediler ve geyikler, gündüzleri pek sevmezler...
gündüzleri ne kediler ne de geyikler ölen okyanus-gezegenlerini göremezler...
...belki düşlerinde...
...belki gündüz düşlerinde...

"karanlık bir şey'in de bir var olma sebebi vardır..." diyorsun...
"...bir kalbi de vardır karanlık bir şey'in..."
"karanlıkta korkacak bir şey pek yoktur...karanlığın tâ kendinden başka...
ki her karanlık en çok kendinden korkar en başta...
ne varsa ölümcül hepsi aydınlıkta..."
diyorsun...
rediflerle ve kafiyelerle konuşuyorsun, bir matematikle,
rastlantısallığın içinde tekrar eden bir şaşırtıcılıkla,
her gün aynı saatte kafasını dizlerine dayayan bir kedi,
onun antenlerinden aramana cevap veren tüm olası geceler ahizenin diğer ucunda...
sen...ahizenin diğer ucunda...

kedi ve sen ve geyik,
bir okyanus-gezegenini arıyorsunuz gecenin içinde...
her şeyin bir sebebinin olmadığı,
gecenin gündüzün ve gündüzün gecenin peşinden koşmasına artık gerek kalmayan bir dünyada
....
sokakları boş bırakmalı geceyarıları...
işte orası dopdolu olacak sebep - sonuç hesaplarınızdan geride size dair ne kalmışsa mânâsız,
onlarla dolu olacak....
sokaklar...
sizde sizin sizden beklemediğiniz ne varsa onla dolu olacak...
geceyarıları...

biz;
;bir kedi, bir geyik, bir "bana benzeyen bir bilinç hali", bir "geceye benzeyen bilgisizliğim", bir de gece...;
biz;
biz, gitmiş olacağız...

17 Ekim 2014 Cuma

gemiler için...

"..aklımda, ellerim o koca ayaklarında...ayaklarım,şehir şehir geziyor...bir şekilde 'sen'den kaçıyor...bir tür kaçınılmaz olandan kaçıyor...içine düşülecek kuyu tam da karşına çıkıyor....ne çok kemik şimdi...birbirine çarpan, daha demin birbiriyle çarpışmışken şimdi birbiriyle kucak kucağa yatan ne çok kemik var...aşk içinde iki bedenin kemikleri, birbirini öldürmüş iki insanın yan yana çürüyen bedenine benzemiyor mu...aklımda ellerim o koca ayaklarında...bak gene söylüyorum; seni seviyorum; bu bir; günlerin sonundayız: bu iki ; bırakalım kemikler öpüşebildikleri kadar öpüşsünler; bu da son...hatırlıyor musun; eskiden ölmenin, doğmanın, sevmenin ve bir hayvanın yumuşak alnını okşamanın bir ritüeli vardı..yok ama şimdi..gel ellerim o ayaklarında...gel öpüşelim...."

8 Ekim 2014 Çarşamba

kâzâra çıplak...ilk kez...

ellerin, ellerimde...
bir tür hız birimi ellerin...
ellerin, ellerimde hızlanıyor..
kendilerini aşıyor, kendilerinden geçiyorlar ellerin....
..bak, kentleri ardımızda bırakıyoruz; kent savaşlarını;
her dolunayda tekrar edeni,
tekrar ediyoruz...
bi' an yoruluyorsun üstümde,
yıkılıyorsun...
güçsüz düşüyor hatta çatlıyorsun...
içine sızılabilir hâle geliyorsun...
insâni ve elle tutulabilir,
öpülebilir hâle geliyorsun....
yenilebilir, kâzâra başına bişiy gelebilir,
öksüzleşebilir, otostop çekebilir,
yanağından öpülebilir...bir hale geliyorsun...
..üpüşür...yapayalnız...
ve tam da işte o en çok yenildiğin noktada
cisimleşmiş;
heykelleşmiş;
yenilgisiyle tarihe geçmiş...iken...
ellerin...ellerim iken....
yüzüme baktığında en çok bir itirafa benzerken...

çığ


6 Ekim 2014 Pazartesi

tıp

herşeyin çıkardığı gürültünün arkasında
ıslak taşa damlayan suyun sesi...

1 Ekim 2014 Çarşamba

iki kaşık....



sabaha karşı bir şey'ler bir yerler'den eve dönerler...
sen eve gelirsin, evden gidersin,
içerde birbirine sığınmış iki oğlanın fotoğrafını ardımızda bırakıp dışarı gideriz...
güleriz...
eğleniriz...
içten içe her zaman yalan söylediğimizi
sadece yan yana...

- iç içe olmanın olanaksızlığına en yakın pozisyonda -
yan yana , yüz yüze, bazen iki kaşık gibi üst üste koyulmuş,
sırt sırta, el ele, birbirinin uykusuna en yakın pozisyonda -
en kısa menzilde,
birbirimizi vursak kesin öldüreceğimiz mesafede,
birbirimizi öpsek, birbirimizin sırtını sıvazlasak içimiz rahatlayacak mesafede...

işte içten içe her zaman yalan söylediğimizi
sadece yan yana...yattığımızda
dürüst olduğumuzu bilerek...
sen eve gelirsin, evden gidersin..
sen nereye gidersen ev oraya gider...

iç içe olmaya en yakın şekilde uyuruz biz...
bazen senle biz...
birbirinin içinde...






24 Eylül 2014 Çarşamba

gecenin uykuya en son yatan ayyaş' ının gördüğü düş...




henüz haritalanmamış, paftalanmamış, kıçı başı belirlenmemiş ve yazılmamış
şehirlerden geldiler....
bedenleri arasındaki sınırlar o kadar belirsizdi ki...
kimin eli kimin cebindeydi...
kim kimin içinde ve kim kimden ayrı ve gayrî idi...
...herşey'leri o kadar muğlak ve tenleri o derece şeffaf idi...ki...
ellerini tutmak...imkansızdı...
ellerini tutmayı arzulamamak...imkansızdı...

kayarak, havlayarak, domalarak, tükürerek, sarılarak, özür dileyerek, iç çekerek, sekerek, fondip yaparak, şerefe kaldırarak, saygı duruşunda bulunarak, kendilerinden geçerek, kendilerine gelerek, geldikleri kendilerinden nefret ederek, kıkırdayarak, birbirlerine pandik atarak, birbirlerini affederek, birbirlerini özleyerek, birbirlerini suçlayarak, birbirlerinin ayaklarına ve kalplerine basarak, hepimize bi' ders vererek, hepimizle dalga geçerek...ama en çok ellerimizi tutarak....ah en çok, bizleri severek...en çok bizdeki boşluğu severek...
boşluğa karışarak ve boşlukta ANİDEN!!! belirerek...
geldiler...

herşey'leri birbirinin içinde amorf, herşeyler'i birbirlerinde yitmiş idi...

ama 4 sayarak 8 sayarak
4 sayıp bir adım geri basarak
8 sayıp bir yana kayarak
5-6-7-8 daireler çizip

NOKTA!!!

aniden başladıkları noktada durarak...
sonra, elleri olanlar sağa.... elleri olmayıp şey'leri gözleri ile tutanlar, sola ayrılarak
...ama 5-6-7-8 daireler çizip...

NOKTA!!!

aniden başladıkları noktada durarak...
elleri olanlar, elleri ile severek öne...elleri olmayanlar, gözlerini yumup arkaya...

yani

bir koreografi ile...
bir müzik ile..
evet, bir müzik ile...
müzik ile geldiler...

dışarıdan bir arapsaçı gibi görünen
bir uyum ile geldiler,
mezarlıklardan geçen kızlar örgü saçlarını kestiler...
mezarlıklardaki taşlar iç çektiler...
mezarlıklarda geceler geçmek bilmediler...
geldikleri gibi geçtiler...
havada, kendilerinden önce gelen herşey'le dalga geçen
ve kendilerinden sonra gelen herşeyi lanetleyen
bazı sesler, kokular ve nazarlıklar bırakıverdiler...

çok eğlenceli' lerdi...
ne yaşamış ne de ölmüş olmamızın
bir anlamı olmaması'nın üzerinde tepine tepine dans ettiler...
bir mitolojiden çıkıp bir başkasına girdiler...
geride bazı pop şarkıları ve bazı kişisel hezeyanlar bırakıverdiler...
bazı yönler,
bazı dualar,
bazı diş ve kalp ağrıları,
bazı sevişmeler bıraktılar...

olmayan şehirlerin, olan şehirler üzerinde bıraktığı "yok - iz"lerin içine girdiler...
rü'a'larda uyandılar...
paftalanmamış mülksüzlüklerde ...

bir geyik, bir rakun...
hepsi...uyanıverdiler...

büyük yıl...bir karnaval gibi geride bıraktığımız ve ileriye bıraktığımız miras...
tören bitiyor...
artık
herşey
dinginleşiyor...
herşey,
dinlenme ihtiyacında...

karnaval, bitti...




16 Eylül 2014 Salı

el vermek

biliyorum...
ellerinden ellerime bir kahve rengi bulaşıyor,
kendi içinde bir ahlakı / bir hüznü olan bir eskime...
"merak etme" diyorsun...
omuzunun üzerinden geçen iki martı
...önce birbirine paralel...
...sonra aniden uzaklaşırlar birbirlerinden...
"merak etme...unutmak değil hatırlamak acı verir insana" diyorsun...
elindeki tüm renkleri,
birbirlerinden ve bizden uzaklaşan martılara atıyorsun...
elele tutuşuyoruz...
dünyanın en eski kahverengisini ve tüm alfabelerin ilk harfini
ellerinden elime veriyorsun...
uzaklaşan martıları izlerken
ellerim ellerinden öğreniyor...
el veriyorsun...

"unutmak" diyorsun "daha az acı verir hatırlamaktan..."
senden miras kimyasallarıma sarılıyorum bedenimin içinde...

bir geyiği, bir rakunu ve bir tavus kuşunu
kendi bedeninden aynı anda benim bedenimin içine doğuruyorsun...
tüm hayvanat...bir iklim...bir kaç martı...
hep beraber sana yakınlaşıyoruz...
kuyruklarımızı altımıza sıkıştırıp sakinleşiyoruz

hayır, ehlileşmiyoruz...
sadece sakinleşiyor,
mırlıyor ve kafalarımızı senin dizlerine bırakıyoruz...

kendi kendiğimizi doğurduğumuz bir döngü içinde
"büyük yıl geldi" diyorsun...
artık gitmekten korkmuyorum...
ellerin ellerimin içinde...

ı ıh
korkmuyorum...







10 Eylül 2014 Çarşamba

yok

ben zaten "yok" bir materyal'im..
şampanyanın köpüğü gibi...
bir kutlamanın sonu gibi...
nerede olduğu asla hatırlanmayan orta okul diploması...gibi..

Bak! 
şehirlere bi ' Bak !
bedenlere bi' Bak!
Bak!
Bak bi' eylemlere...sonra o eylemlerin sonuçlarına... 
Bi' 
Bak !

olmayan bi'şiy'in, olmayan başka bi'şiy üzerinde bıraktığı izlerden ibaret...
hepsi...
hepsi...
herşey...
"yok" izlerden ibaret...gibi...
hepimiz..."yok"iz lerden ibaretmişiz gibi...
başka "yok"iz ler üzerine usulca bırakılmışız gibi...

Ait olduğumuz bir yerden koparılıp
kendimizi çok çıplak hissettiğimiz bir yere tükürülmüşüz gibi...






5 Eylül 2014 Cuma

kaçakçıların peygamberi




…taşlar…onu duyacaktır.

Kâdim kentlerin kırılmış gururlarını takip ediyor…
Parça parça … büklümleri dağılmış …
Zorla kesilmiş bağ saçları ortalara saçılmış da ağlayan bir yeşil gözlü kız …
köşede …
Sırtı sana dönük…
En korkuncu, görmediğin yüzdeki kederi hayal etmek…
Köşeye sıkışmış bir şehrin yüzündeki kederi hayal etmek…
Denize varan kolları, omuz başlarından sertçe kopartılmış bir bedenin yüzünü hayal etmek…

…bir zamanlar İzmit, mavi istakozların şehriydi…
astava … astava …astava…astava …
… kargaların cesetlerinin altına süpürülmüş bi’şiy var…
Sonumuzu hazırlayan hatta çoktan sonumuzu getirmiş bi’ şiy var…
  İki elektik direği arasına iki kanadından gerilmiş martının cam gözlerinde bi’şiy var…
Ölümden de korkunç …
bi’şiy var…

kaderin, koparılmış olan elinin çizgilerinde çürüyorsa…
ne’ye… devam edebilirsin... 
…?
Bir oğlanın koparılmış eli…
bir oğlanın koparılmış ve bir akasyanın dalına asılmış eli…
ne’ye devam edebilirsin…
…?
Niye… devam edebilirsin ki …
niye… devam edesin ki …
…ama taşlar…onu duyacaktır…

Dünyadaki birçok ağaçtan daha genç devletlerin,
birbirlerine değdikleri yerlerde çıkan uçukları takip ediyor…
Bozkırın ve vadinin ve sahilin ve dağın üzerinde biten cüzzâm yaralarını takip ediyor…
Yaraya dönüşmüş şehirleri takip ediyor…
Nehirlerin ayak parmakları arasındaki şırınga izlerinin üzerine kurulmuş mahalleleri kat ediyor…
‘İrin’ine ‘medeniyet’ diyen hastaların yüzlerine bakıyor…
Devletlerin kibirlerinin öpüştüğü yerlerde gömülmüşlerin mezarlarını eşeliyor…
Kendi kendini tekrardan ibaret olanın içinde, beklenilmedik olanı arıyor…
Boşuna olanda ısrar ediyor…
Hayır…artık insanın dökülmüş kanını umursamıyor…
Hayır…artık …
Artık insana acımıyor…

İlk cinayete ait cesedin son kemiğini arıyor…
İlk cinayete ait cesedin son kemiğini arıyor…
Bir kardeşin eline bulaşmış diğer kardeşe ait kanın pıhtısını arıyor…
Cinayetin kemikleri üzerine inşa edilmiş şehirlerin;
Geometrik tümörlerin,
Mimarî  urların içinde geziniyor…
Başlamış olanı bitirmek için…
İlk cinayete ait cesedin son kemiğini arıyor…

taşlar…onu duyacaktır…

İnsan, şehrin karabasanı…
bir karabasan, ne kadar önemsenirse o kadar önemsiyor insanı…
Uğursuzluktan ve nazardan başka bir şey değil…
Tepeden tırnağa safî kêm…


Van ‘da köpeklerin kuyruklarını kesiyorlar ya …
İşte o, kuyrukları olmayan hayaletlerin gövdelerini okşuyor…
 işte oraya bırakıyor elinde acımaya dair ne varsa…
ellerini bileklerinden söküp oraya bırakıyor…
dişlerini ve dişetlerini ağzından söküp…
ağzını yüzünden…
yüzünü kafatasından…
neyi bırakabilirse hepsini…
söküp…


“hikayenizin izini bile bırakamadan gidin” …

fısıldıyor …


taşlar … onu duyacaktır…

“hiçbir iz bırakmadan… gidin”…

taşlar… onu duyuyor…

Taşların çıkardığı sesi duyuyor musun…
Hepsi geriye doğru sayıyor….
Çokça gürültücüler taşlar şimdi ellerinin arasında
Sanki çok sonra değil hemen yarın,
Sanki çok sonra değil hemen bir asır sonra…
Hemen dibimizde kulağımızı sağır edecek şekilde patlayacaklar…
Tüm tanıklıklarını zırıl zırıl ağlayacaklar…
Tüm tanıklıklarını zırıl zırıl….

Artık işte, inşa edilen her yol, bir “hiçbir” yerden başlayıp başka bir “hiçbir” yere varıyor….
O, yolları ve geri sayımları takip ediyor…
Bir geyik, bir öküz, bir tavus kuşu ‘na aynı anda benzeyen bir bulutun ipini tutuyor…
“Yanacak olan yanacak.” Diyor.
“hikayelerin, kız ve oğlan çocuklarının, kuyruksuz köpeklerin, denizini tutmaya çalışırken kollarını yitirmiş şehirlerin…hepsinin…”her şey”in cesetlerinin közünde…yanacak…”

Sonra…
Sonra…belki geri gelir…
güneşin üzerinde duran ve bizi gülümseyerek izleyen
bizi affeden o göz…
ama şimdi…
yanacak olan… yanacak…
bazı lanetler kendi kendilerini tamamlayacak…

taşlar…onu duyacaktır…
artık şehirler yaşayanlara değil, öldürülenlere aittir.
artık şehirler, kuzgunlara aittir.
yaşamın nesli tükenmiştir.
artık yaşayanlar, doğdukları andan itibaren…gurbettedirler…
ve artık kifayetsizliğimizdir kelimeler…

ifade etmeyi çalıştıkları “hiç bir şey”i barındıramayan…

24 Ağustos 2014 Pazar

asiye nasıl ...



öyle başını önüne eğmiş,
dudaklarını yer çekimine teslim etmiş,
bir yakışıklı oğlan kedi gibi...
sıskalıktan ibaret...çer çöp misali...birbirine yaslı duran iki kibrit çöpü gibi...
her an ortadan kaybolacakmış gibi....
yokluğu hiçbir varlık tarafından fark edilmeyecekmiş gibi...
beşiktaş vapurunda unutulmuş beş liralık ucuz şemsiyeler gibi...
bir erkek kahramanın annesinin hiçbir zaman hatırlanmayacak kızlık soyadı gibi...
evet...
bir kızlık soyadı gibi...
müjde ar'ın kum kum ekrandan akan gerçekliği gibi...

işte öyle bişiy gibi...
ellerinin arasında sıcacık...bir an başkasına vermek istediğinde
için acısa da
içini acıtsa da...
başkasına teslim etmediğin
edemediğin
o büyük ve mükemmel yenilgin
hayatın gibi...
ellerinin arasında sıcacık...
ölmüş lise arkadaşlarını gördüğün rüyalardan nerede olduğunu tam olarak anlayamadan uyandığın odalar gibi...
orada olup olmadığını önemsemeden sürekli çağırdığın bazı isimler gibi...

bir çocuğun elindeki
bir yakışıklı oğlan kedinin elindeki ekmek gibi....
bişiy...

"kendininkinden başka hikayeler için de ölebilir insan" diyorsun,
"bazen insan, bir figüran olmanın da en az müjde ar olmak kadar elzêm ve mükemmel olduğunu düşünebilir..
müjde ar, kâdim kadındır, figüranlar ve kediler arasında ayrım yapmaz...
ama bazen  işte hayat müjde ar'ı da figüran'ı da kedi'yi de takmaz..."
...işte insan bazen ...."

işte insan bazen yaşlanır...
bazen...





1 Ağustos 2014 Cuma

ev ateş içinde...

bi baktık ki..tüm şey'ler çevremizde susuyordu...
evlerdeydik...
evlerin içindeydik...

ev ..."iş" içinde...ev "güç" içinde...
ev, "uğraş" içinde...ev "yerleşme" peşinde...
artık cesetleri içine "toprak" diye kabul etmeyen bir gezegen...
yani bak...
         bak sakin yani...
yani bitti...
        yani bak...sakin...
yani bak...bitti...
geriye sayıları hesaplayarak
bize miras bırakılanları
evrendeki hangi rehin dükkanına teslim edeceğimize karar vermek kaldı....

sonuçta, herkes gerçek tanrısını ölürken seçiyor
....tam olarak....
...tam tanrı'sını...

ev iş içinde ev güç içinde
ev kendine bir geçmiş edinmek peşinde
bir tarih edinmek peşinde
ah, bir hikaye ah, bir hikayeye bir krallık edinmek peşinde...

oysa şimdi ellerimin içindeydi senin ellerinin yumuşaklığı...
henüz kendilerine bir anlam yüklenmemişti,
daha henüz her şey kendinden ibaretti...
daha her şey magma ,her şey lav her şey kâv'dı...
ev ateş içinde ...ev iş içinde ...ev güç içindeydi...
evler...
evlerimiz iş güç içinde yanmakla meşguldu...
dünya cesetlerimizi her ne kadar kabul etmese de öldürüyor ve ölüyorduk...
hepimizin o rehin dükkanında bekleyen bir hikayesi var gibiydi...

şey ler su istiyordu...
şeyler susuyordu...


çok ayıp...

hadi artık bizi bununla aldatmaya çalışma...
biliyoruz...
biz biliyoruz...
biliyoruz ki...
biz hepimiz kendimizi yarım bırakılmış, yalnız, yorgun hissediyoruz...
hepimiz içinde ölebileceğimiz kadar güvenli bir yer, bir kalp,
köklerimizi barındırdığını iddia edebileceğimiz bir memleket,
bırakılabilecek kadar değerli bir miras,
en azından bir tane ölümsüz aşk hikayesi,
öldürmeyi deli gibi arzulayabileceğimiz bir düşman,
kadehte bir ruj izi,
kalede bir gol,
bir eminlik,
kendimize burada olmamıza dair bir gerekçe...

bi.şiy arıyoruz...

bununla aldatma...bizi...
insanı arayışı ile aldatmak...
çok ayıp...
yapma...


20 Temmuz 2014 Pazar

kuyruğa övgü.

yok canavarlık ... artık yok canavarlık...
artık öldük....bak, bitti herşey...
artık birbirimizi öldüreceğimizden korkmadan...
artık ölü olanın bıraktığı boşluğun kalıbıyla alınmış olanı affedebiliriz....
artık sadece kendimize dair olabiliriz....
artık yok...yok artık...canavarlık...
o, şu an kendini bir başkasının rü'asına sokmaya çalışıyor...
boşluğu görmek...
ne büyük kumar...
oysa şimdi o, bir başkasının rü'asında bir boşluk olarak görülmenin derdiyle uğraşıyor...

"bir kedi olsam, kuyruğum bana ya söverdi ya da överdi beni..." diyor kedi...
bırakılan boşlukların yanından geçiyor,
hiçbir iz bırakmıyor kedi...
ne de bir canavarlık...
ne de bir miras... ( yapış yapış,
 / belki de reddedilmesi baştan doğru )

hiçbi' halta karışmıyor kedi...
ne de bir canavarlık...

bir yanım, bir yerde yanıyor
başka bir yanım
başka bir yerde...

"bir kedi olsam ya kuyruğum överdi beni...
ya da kuyruğum söverdi bana..."

bak...
usul usul
geliyor
geriden
kediler...
teslim ettiklerini geri almaya...
çokca başarısızdık....
çokça canavarlık'tı
hep canavarlık



...

6 Temmuz 2014 Pazar

bi' gün




"işte bur'da!" diye bağırdı...
"tam bur'da...kenara köşeye sıkıştırılmış bir yürek mevcûttur bur'da..."
hem saklayana hem saklanılana ağır bir yürek...
kenarların kendilerinden vazgeçtikleri köşe noktalarda yuvalanan bir yürek mevcuttur bur'da...
bur'da...bur'da işte...dolmuşun en arka koltuğunun altında,
yerel radyonun kayboluverecek olan  tanıdıklığında 
bir yürek mevcûttur bur'da...
kaşıntılar içinde uyuz bir yürek...
işte öyle cildi cılk yaralar içinde bir yürek mevcûttur bur'da...bu sabahta...
siz bir yerden bir yere atlamaya çalışırken sizin altınıza kendini seren...
yerçekimini çok seven...
tam zemine değecekken değmeyen, 
değmemeyi tercih eden...
işte öyle bir yürek vardır bur'da...
tam da gelmek üz're olan bu ağzı dumanlı sabahta...

ağzı yüzü duman dolu bir sabah gelmektedir bu ar'ada..
herşey baştan başlar gibi yapacaktır şimdi...
...ya da biraz sonra...
herşey yepyenilen'miş, bayram sabahlan'mış, ayakkabılan'mış, mutlulan'mış gibi yapacaktır....
...biraz sonra...
nem oranı düşmüş gibi olacak, bazı çicekler olanları duymamış gibi yapacaktır...
...biraz sonra....
gelmek üzere olan ağzı duman olan sabahta....
şehir, kendi üzerine yüzbinince kez çizilmiş yolların kemiklerinden yorgun...
şehrin skolyozu üzerine inşa edilmiş bir sabah gelmektedir 
...bu ar'ada...
doğuştan sakat,
birbirini seven iki çocuğun nefesi ile beslenen bir kuvozde astımlı,
doğuştan sakat bir sabah gelmektedir....
...bu ar'ada...

bi' uyuz yürek'in ağzı duman dolu bir sabaha karşı hiç şansı yoktur....
dünya üzerinde bi' gün daha, bir yüreğin yenilgisi ile başlamaktadır...
bi' gün olacaktır...
belki de...
bi gün olmalıdır...
hiç bir yürek o gün - ne kadar uyuz olsa da - kırılmamalıdır...

bi' gün, dünya üzerinde hiç bi' yürek kırılmayacaktır...
bi gün...


26 Haziran 2014 Perşembe

amorf

kendine "geriye ne kaldı ki...yıkılmadık" dediği anda
ne kaldıysa elinde...
işte o'nun üzerine inşâ ettiği gece - kondu nun
tüm evreni yerinde tutan
o gemici düğümü olduğunu bilmiyor;

sessiz, sakin bir şekilde yani ûsturuplu bir halde
şehirlerin, sınırların, düz ve mükemmel olan çizgilerin...
do'anın içinde olmayan ama var olduğu iddia edilenin
üzerinde
kocaman bir kozmik şaka gibi duruyordu...

amorf, amorf, amorf bir şeydi...
onu görmezden gelirsek hayatımız daha kolaydı...
sesi çok güzeldi,
bize hep bu yaşadığımızın hayat olmadığını anımsatırdı...

onu burdan uzaklara götürdük,
onu sınırların dışına, şehirlerin dışına, 
düz ve mükemmel olan çizgilerin dışına attık...
onu sesini duyamacağımız kadar uzak yerlere attık...
onu ölümün bile bulamayacağı yerlere attık...
amorf, amorf, amorf birşey'di...

geri gelmedi...
biz de onu unuttuk...
gemici düğümü açıldı...
evren bir baktık, gözlerimizin önünde, dağıldı, ufalandı...




31 Mayıs 2014 Cumartesi

büyük yıl 25920 *


bitecek olan bitecek...
bitiyor olan bitiyor...
bitiyor...
korkulan şeyin olmasından önceki an bu...
olacak...
ve sonra korku...
olmayacak...

mutfak masasının üzerinde kurumaya unutulmuş tek dilim ekmeğin bildiği gibi...
fark etmeden yıllarca aynı yerinde kaçak sigara içilen okul bahçesi gibi...
bir insanın kalbine bulduğun giriş yolunun, orayı terk ederken aynı yerde olmayacağını bilmek gibi...
"oh... al sana nefes ! " diye seni karşılayan göllerin asla derinleşmeyen ancak zemine yerleşen ıslaklığı gibi...
içinde yaşanılan coğrafyaların, üzerlerinde taşıdıkları hikayelerin ağırlığına artık dayanamamaları gibi...
do'a'nın içindeki zalimlikle rü'anın içindeki zalimliğin bu kadar baş edilebilir ve benzer olmaları gibi...
öyle hani aniden aşık oluverirsin ya, sanki ihtiyaçtan, sanki nefes almak için...işte onun gibi...


"bir dildo'ya...belki biraz kokain'e...bolca toprağa ihtiyaçları vardı...
kapatabilecekleri tüm delikleri bir şeyler'le kapatmayı arzuladılar...
tamamlanmayı arzuladılar...
yarım bırakılmamayı...
başlangıç dediklerini ihtişamli bir bitişle kapatmayı...
böyle görkemli bir final istediler."   




gezegenin mezar taşını döven ellerin ardında 
yeraltı hayvanlarını unutmuş olmanın getirdiği bir şuursuzluk...
"kendilerine ait olmayan bir karanlığın kelimeleri ile konuşur onlar..." diyorsun...
elimi tutuyorsun...
 mezar taşının üstüne dizini, dizinin üstüne kafamı, kafamın üzerine elini koyuyorsun...
dudaklarınla göz kapaklarımın üstünü öpüyorsun...
ışık yaraları oluşuyor öptüğün yerlerin üstünde...
güzel yerlerde...
umutlu yerlerde...
kendinden ışığı olan yerlerde...
çocuğa benzeyen yerlerde...
kediye benzeyen yerlerde...

"hiçbir zaman kayganlığından vazgeçmeyecek zemin üzerinde 
sabit ve sağlam durmak istediler...
görkemli ama hareketsiz kalmak istediler..."

dünya kendi ekseninde yalpalayarak dönüyor...
bir drag quenn,
    - bitecek olan bitecek -
 bir show girl ,
    - bitiyor olan bitiyor -
 ve bir party monster olarak...
     - bitiyor ... -
 dönüyor....
yalpalamasını; bedeninin yerçekimi ile gerçekleştirdiği bir flörte eviriyor...
her an düşebilme riskinin gereksiz korkutuculuğuna rağmen
dünya...hep o sınırda düşeyazıyor...
" party girls dont get hurt..."
düştüğü yerden topuklularını eline alıp kalkıyor...
burnunu çekiyor,
saçını bluzunu düzeltiyor dünya....
yalın ayak caddede yürüyor, öksüz ve çok güçlü bi'şiy gibi...
elinde topuklularıyla...
çirkin ve muhteşem...

dünya...
ayağa...
kalkıyor...bazen düştüğü yerden...bu işte kıyamete benziyor...
insan
ayağa
kalkıyor...bazen düştüğü yerden...bu işte aşka benziyor...

insan ile dünya,
düşeyaza yaza
burunları, diz kapakları kan içinde
şifresi " ARTIK DAHA FAZLA YOK CANAVARLIK...YOK DAHA ..." olan bir partiye gidiyorlar...
yolda şifreyi unutuyorlar, yerlere kapaklanıyorlar...



- tüm bu kutsal ve vazgeçilemez ve ilahî ve destansı ve şahane hikayeler arasında 
bir gece
elin elimi tutmuştu senden gizli,
benim elim benden gizli tutmuştu o eli...
bu hikayenin her şeyi değiştirdiğine inanmayı yeğliyorum şimdi...
tüm dünyayı...
bir elin bir eli herşeyler'den habersiz tutabilmesini...
evrenin kutuplarının ellerin kutuplarında kendini tekrar edebilmesini...
bir elin bir elde bırakabileceği ize inanmayı yeğliyorum şimdi...





( anlatan ve anlatılandan ibaretmiş gibi )
insan ile dünya gibi
        - bitecek olan bitecek -
                  ... bir drag quenn  ...
 ( katleden ve katledilen gibi )
habil ile kabil gibi
         - bitiyor olan bitiyor -
                   ...bir show girl .." .party girls dont get hurt.... "
( ardından ağlayan ve ardından ağlanan gibi )
        -bitiyor...
                    ... bir party monster ...
hüseyin ile zulcenah gibi...

"bir dildo'ya...belki biraz kokain'e...bolca toprağa ihtiyaçları vardı...
kapatabilecekleri tüm delikleri bir şeyler'le kapatmayı arzuladılar...
tamamlanmayı arzuladılar...
yarım bırakılmamayı...

bi'şiy...
yemek masasının üzerinde kurumaya terkedilmiş tek dilim ekmeğin
ezbere bildiği tüm hikayelerden ibaret bişiy...
kutsallığı, senin benim elimin içindeki elinden ibaret bişiy...
bizi sanki bizi
sanki gelecekmiş de bizi
bizi
hüseyin i show girl ü insan ı kabil i drag quenn i zulcenah ı dünyayı party monster ı...
hepimizi alıp affedecekmiş gibi
"çok iyi yaptın...affferin"leyecekmiş gibi..
bizi affedecek bir karagölmüş gibi...
kafamızı okşayıp kahkülümüzü düzeltecek gibi...
bi'şiy...

büyük yıl: dünyanın kendi eksenindeki kaymanın oluşturduğu iki hayalî koni uzamında yalpalamasını tamamladığı 25920 yıl süren süreç


25 Mayıs 2014 Pazar

belki....

bazen bir kasaba kendini yerin altına gömmeye karar verir,
tavla'lar, okey tahtaları, kırmızı - beyaz papatya kılıklı çay bardağı altlıkları....
oğullara ve kızlara dair umutlar...
anlamadıklarım...anlamaya çalışmadıklarım....
herşey...bir kasaba...
kendini yerin altına gömmeye karar verir...
bazen bir kasaba, kendini gerçeklikten alıp mitolojiye koymaya karar verir...
bazen bir kasaba, oğulların ve kızların hikayelerinde gezinmeye karar verir...
belki şehirler uyanır...
belki biz şehirlerin düşlerinden ibaretizdir...
belki...


keşke herşey böyle olsaydı...
keşke herşey bir kasabanın kararı olsaydı...



züruck


ah hadi hadi itiraf et...
hoşlarına gidiyor senin...
senin hoşlarına gidiyor...
ötelenmek, itelenmek, belki de halının altına süpürülmek....

bir şekilde tanımlanmak, tükürükle ıslatılıp etikenlenip isimlendirilmek,
bilinmek...
hoşuna gidiyor...
hoşlarına gidiyor...

sen de ülke gibisin...
iyi ya da kötü değil ama bir şekilde
ismin çınlasın istiyorsun...
mitolojilenmek;
pop starlanmak;
ilahlanmak...

...
ah sen tapmak ve tapınılmak istiyorsun....
...
isminin bilinmesini, hikayelerin içinde önemli hikayelerden olmak...
...petrol gibi....
...elmas gibi...
...gerekli ve nadir olmak istiyorsun....

hem gerekli hem de nadir olmayı - vay anasını - neredeyse bir ilah olmayı istiyorsun....

herkes gibisin...bir ilah olmayı istiyorsun....herkes gibi...mitolojilenmek...unutulmamak, kayda geçmek,
kayda geçmeye değer olmak,
kayda geçer bir hayat yaşadığını bilmek,
kayda geçer bir hayat yaşadığını bilerek yaşamak ... istiyorsun...

çok şey istemiyorsun...
hepimizin isteyerek doğduğu ve hepimizin özleminde birleştiği şeyi istiyorsun...

...gerekli ve nadir olmak istiyorsun...

9 Nisan 2014 Çarşamba

benim küçük tesadüf ' üm...



...
bir gün , yanımda belirdin .
sol kulağımın dibinde
ağır bir ingilizce ' ye bulanmış
bir şiiri
okumaya başladın
...
çok kalın 
neredeyse kâdim ,
bir o kadar sarı sakallı 
sesinle
...
bir şiiri ortasından
hem de büyük bir heyecanla
yerde çakı bulmuş bir oğlan çocuğunun sevinci ile
evvvet,
aynen
işte aynen
yerde bir çakı bulmuş
bir oğlan çocuğunun sevinci ile
aynen işte böyle...
bir şiiri işte aynen böyle okuyorsun .
...
...
o an
gözlerimi kocaman açtığımda
karşıdaki pencereden beni izleyen kedi
ile
göz göze
ve
diş dişe
geldim .

bir yerden
bir yere
giderken 
'
hepimiz
bi ' anlığına
karşılaştık
...
senin sesin ,
şiir ,
kedi ,
pencere ,
göz ve diş ,
ve hepimizi kaplayan 
şehrin şahane strüktürleri
...
bi ' an 
karşılaştık 
...
sonra dağıldık
...



21 Mart 2014 Cuma

bedençekimi


kocaman ama kocaman yerler bekliyor seni
alnının gerisinde gördüğün karanlıktan
o hepimizin gözlerimizi kapadığımızda ortaklaştığımız
o koca karanlıktan daha büyük...
anadilinden önce konuştuğun dilde konuşuyor olacaklar
seni hoşgeldiyenler...
aşkın 180 derece tersinde duran o korku yok
yok artık ... o korku...
tamamlanmayı arzulayamacağın kadar paramparça
ve musmutlu
kucağında bir kedi
sen bir kedinin kucağında aynı anda
kim kimin kucağında belli değil...
bir yaşam
olacak
yaşamları aşan ve hepsini kapsayan
bir ürkmezlik hali...

sana deniz kızlarının düşündüğün kadar sevimli olmadığını anlatmaya çalıştım
her şeyde tekinsiz bir taraf var
içini üşüten
dışarıdan sana sevimli, anlaşılır gelen
ama yaklaştıkça kafanı karıştıran

o kafa karışıklığının içinde
elinde üzerinde yürüdüğün şehirden başka bir şehire ait bir harita ile yürüyorsun
polifonik bir koro yanında yürüyor
birbiriyle çatışarak birbirleriyle uyumu yakalayan sesler
kendilerinden önce gelen sayılarla birleşerek bir dizi oluşturan başka sayılar
bir matematik

her sevişmenin içinde yapayalnız kaldığın bir nokta var ya
hani tamamen tek başına tahrik olduğun
tatmin olduğun
tamamlandığın
ve sonra aniden bu çırılçıplak yarım kalmışlığının içine geri tükürüldüğün

işte öyle şimdi sokaklar..
sokaklar çırılçıplak...
sokaklar deniz kızları ile dolu...
çıplaklıklarının yarıları yüzüyor yarıları düşünüyor...

ama seni kocaman kocaman yerler bekliyor
seslerin sahipleri olmadan seni bir yıkıma çağıracakları...

ellerin ceplerinde şehirlerin içinde dolaşıyorsun
yüzyıllardır insanların aynı oksijeni soluduklarını düşünüyorsun
aynı anda nefes alıyorsun
dünyayı kaplayan ve içimize sokup dışarıya tükürdüğümüz o havanın
o ortaklığımızın
ve o kavgamızın
ardında
ozon katlarında...
bizi ışığın yakıcı etkisinden koruyan o ana kucağında yüzen denizkızlarına bakıyorsun...

bizi affedecekler...
bunu biliyorsun...


sevişmek şimdi güzel
herşey elimizden düşerken
kendi çıplaklığının içine aniden geri düşmek
bir tür bedençekimi...

bir tür ölmek...
en iyisi...
affet onları
seviş onlarla...
seni kocaman yerler bekliyor...

seni kocaman...



7 Mart 2014 Cuma

garip geometriler

ve müziğin dışında bıraktıkların,
onlar en acıdıkların....
odaların, hacimlerin ve sertliklerin dışında bıraktıkların...
bir hayalet olmayı, unutulmayı, bir detay olmayı kabul edenler...
başka bir şeyden ibaret değiliz şimdi
biz sadece bir şeyin detayı olmayı becerenler...

yarısı kesilmiş bir abajur, bir imgeye
kendi kendinin işaretine dönüştürülmüş birşey
kendi olamamış ama kendi dışında birşeyin imgesine dönüşmüş birşey...
birşeyin göstergesine dönüşmüş birşey...
şehri izleyen birşey
şehirleri izleyen birşey...
izleyen bir şey...
şehrin içine katılamayan, ona dahil olamayan ama onu izleyen birşey...
şehirler onların manzarasını izleyenlerle varoluyor...
bizlerle...
biz uzaktan o şehirleri izleyenlerle var oluyor tüm o şehirler...
merhaba napoli...
merhaba brüksel...
uyanın şehirler..

bir şarkı,
şarkıyı söyleyen biri, 
şarkıyı dinleyen biri
ve şarkıya
ve şarkıyı söyleyen birine anlam yükleyen biri...
bir anlam yükleme silsilesi....
anlam yüklenilen özneyi tamamen yitirdiğin bi şiy....
yaşamak...
ölmeden önce...
yaşamak bir tür anlam kumbarası...
yaşamak bir tür anlam biriktirmesi...

peki ya benlik diyorsun...
çığlık çığlığa kendini kanıtlamaya çalışıyorsun
kendine dair olana dair birşey bulmaya çalışıyorsun...
bir şekilde ama mutlaka bir şekilde sen
kendinin kabul edilebilir bir şey olduğunu göstermeye çalışıyorsun...
ama bu çabanın ardında
ve önünde
ve sağında solunda
kendi kendine dair bir yalan inşa ediyorsun...
halen yaşadığın anın seni bir şekilde seninle ilgili şaşırtabileceğine dair bir umut geliştiriyorsun....
oysa yaşamın tam da senin yaşamadığın ve yaşamayacağın zamanlarda da gelişen birşey olduğunu biliyorsun...

sen uyuyorsun
ben bilgece cümleler kurarken sen uyuyorsun,
uykuya kendini ikna etmeye çalışıyorsun,
uyku ikna edilmesi gereken bir şeye dönüşüyor,
sen uyuyorsun...

rüyanda geometriler şekil değiştiriyor...
geometrilerde ise sen hacim...değiştiriyorsun...
esasında hepizin içinde devindiği, düş gördüğü, çatıştığı ve seviştiği tüm o tümlüğün kendi ise
asla değişmiyor...
değişir gibi olan bir biz oluyoruz...
bir de geometriler...



26 Şubat 2014 Çarşamba

1.cemre



hadi sen temiz kal, sen pûr-i pak...
ben detox, ben kirli...
tahammülsüzlüğümü alıp gidebilirdim...ve gittim de...
tahammül edemedim...
beceremedim...
şehrin içinde bir yerde sen bana göstermediğin bir yüzünü başkasına gösterirken...
bir yerlerde sen ben seni görmeden de var olabilirken...
ben senin bir tek sana ben baktığımda var olabilmeni dilemiştim...
bir benimle var olabilmeni...
bensiz bir hiçliğe dönüşmeni...
ben hep böyle istemiştim...

bir yerlerde temize çekiyorum kendimi,
defter kenarına kedi merdivenleri çiziyorum...
her yazdığım şeyden sayfa boyunca düşüyorum...
yer çekimi edebiyatı diyorum...
tüm bunlar bizim ayaklarımızın yere sağlam basmasını sağlıyor
oysa çağlar diyor ki
sen sarhoş olunca bir uçan balonsun...elinden tutulmasa uçar kaçarsın...
kaçtığın yerde yine de kendine bir medeniyet kurarsın...
bir yöntem, bir rutin, bir yapılacak işler listesi...
bir rutin...bir tekrar bulursun diyor çağlar...

kedi cinayetlerinin zamanındayız
bağırsaksız ve ön ayaksız...
bir zamanların tanrıları...
yarım bırakılıyorlar...

delikanlı cinayetleri zamanındayız
birileri kendileri dışındaki yaşamların cümlelerini noktalamayı seviyor...
birileri dilbilgisini çok seviyor....
birileri beden eğitimini çok seviyor...
delikanlılar yarım bırakılıyorlar...

sevgili zülcenah...korkunç zamanlardayız...
doğru kelimeleri yan yana koyduğumuzda oluşan sessizlikten çok korkuyoruz...
aydan ve yörüngelerden...
çok korkuyoruz...
korkmamalıyız...
kendimize bu kadar güvenmemeliyiz...
biz kelimelerle kurduğumuz o cümlelerdeki kadar kudretli değiliz...

iki güneşi olan bir gezegendekine gölgeyi anlatmak ne kadar zorsa
hani aydınlıktan ibaret olan bir yaşama
kendi izdüşümünü
kendi yerçekimini
başkasının zemininde yere kavuşan,
orada parçalanan,
kendinin ölümünü orada gören, kendi bitişini...
kendi kaderini başkasının el falında takip eden...
olanı anlatmak ne kadar zorsa
esas korkman gerekenin karanlıkta değil aydınlıkta olan olması gerektiğini anlatmak ne kadar zorsa...


işte o...
suyun ısınışını, toprağın, bir geleneğin kendini tekrar edişini,
bir hikayenin tekrar ve tekrar anlatışılının...
başka ne ki aşk...
bir hikayenin tekrar ve tekrar anlatılışı...
başka ne ki dua etmek...
başka ne ki eğilmek...
işte ne kadar zorsa bu...
o kadar zor...inanmamak...

bir geyik, bir rakun ve bir at...belki bir de kedi...
bir de vazgeçtiğimiz her ne varsa...
henüz kirlenmemiş...henüz yaşanmamış ne varsa...

sene 2014...sene 2014...sene 2014...
dünyanın kafası güzel...
bir tür kokain gibi içine çekiyor beni...
bir tür amfetamin...
bir keyif verici...
bir keyif verici...
işte o benim...
ben şimdi dünyanın keyif verici maddesiyim...

dünya ayıldığında,
dünya amatem den geri geldiğinde...
dünya bostancı sahilde yaşamın ta kendisinin ta kendisinden başka bir şey ifade etmediğini anladığında
işte o zaman
hepimiz büyük bir balinanın sırtına binip
bir gezegenin rü'asından ibaret olduğumuzu anlayıp
defolup gideceğiz

bir delikanlılar
bir ön bacağı kesilmiş kediler
o rakun
o geyik
o at
ve anlatılmış hikayeler
anlattıldığımız kadar kalacağız....

bir de nazar boncukları...

anlatıldığımız kadar olacağız
bir gezegenin anlatısından ibaret olacağız...

o kadar
olacağız...






10 Şubat 2014 Pazartesi

speedball ya da exlovers -2-


sabaha cesedimi çiğnemeni istemiştim.
sabaha leşimi bırakmanı istemiştim.
sabaha senden arda kalandan ibaret olmak istemiştim.
sabaha tüm deliklerimin seninle tıkalı olmasını istemiştim
sabaha affedilmekten artık bahsedilemeyecek kadar çok suç işlemiş olmak istemiştim.
sabaha istanbul'un tüm taksi duraklarında fotoğrafımın kutsal bir nesne olarak saygı görmesini istemiştim.
sabaha tarif edemediğim tüm yolların hiç gitmediğim kalküta ya varmasını istemiştim.
sabaha bir otomobil tasarımından daha kadınsı olabilmeyi istemiştim.
sabaha boynuzlarımın törpülenerek yastığımın kenarına bırakılmış olmasını istemiştim.
sabaha elimi tutan elinin artık terden benim elimle bir hale gelmiş olmasını istemiştim.
sabaha alyuvarlarımın sigarayı bırakıp yanan bir ormanı içmeye başlamış olmalarını istemiştim.
sabaha özge'nin artık kendini toprağa gömüp bir ceviz ağacı olarak yerden bitmesini istemiştim.
sabaha kendimi toprağa gömüp gök yerine magmaya doğru yükselmeyi istemiştim.
sabaha ufuk'un gözlerine biriken çapakların bir üzüntü yerleştirmesi olarak bir çağdaş sanat müzesinde yer almasını istemiştim.
sabaha karasu'nun kayığının bir bizansa varmış olmasını istemiştim.
sabaha tüm psikologların bazı dildolara ilan-ı aşk etmesini istemiştim.
sabaha sürekli terleyen ellerimi her tutanın dünyanın başlangıcına tanık olup şehvetle yere kapaklanmasını istemiştim.
sabaha tüm kedilerin ele geçirdiği bir dünyada hepimizin köleleştiğini görmek istemiştim.
sabaha tüm cesetlerin kendilerinin en sevdiği organdan ibaret olarak boğazda toplaşmasını istemistim.
sabaha bir rakun, bir bizon, bir geyiğin bize hep bildiğimiz o sırrı ifşa etmesini istemiştim.
sabaha tüm polislerin gerçek aşkları silahlarını ağızlarına alarak onlara aşklarını itiraf etmelerini istemiştim.
sabaha hayatım boyunca içtiğim sigaraların dumanlarının ardından o geminin kıyıya varmasını istemiştim.
sabaha çağlar'ın lepiska saçlarında bir kız çocuğunun tarağını hissetmesini istemiştim.
sabaha tüm travestilerin dünyaya, dünyanın tek gerçek sanatçıları olduklarını itiraf etmelerini istemiştim.
sabaha tüm o eski tanrıların ve çizgi romanların kötü kahramanlarının devasa bir dans partisiyle geri dönmelerini istemiştim.
sabaha uyku ile uyanıklık arası karşılaştığım tüm o herşeyin iktidara geçtiğini görmek istemiştim.
sabaha medeniyetten kurtulmayı istemiştim.
sabaha bir sauna ve biraz buhar istemiştim.
sabaha biraz daha uyumak istemiştim.
sabaha hiç uyanmamak istemiştim.
sabaha o takside elini hiç bırakmamak istemiştim...
sabaha o taksinin köprü'nün parmaklıklarını aşıp boğaza doğru düşmesini istemiştim.
sabaha ölmek istemiştim...
hayatta ilk kez ölmek istemiştim...








8 Şubat 2014 Cumartesi

roadtrip


dünya üzerinde ve / veya aynı anda
senin hayatında
hem dünya üzerinde hem de aynı anda senin hayatında bir şey'lerin bittiğini
anladığın an...
girdiğin oda bu...

nereden geldiği belli olmayan bir bavula sığabildiğini farkettiğin o büyük oda...
yaşamın ve yaşamının, içine "Aa!!!" mucizevi bir şekilde sığabildiği bir oda...bu oda...
ah küçümseme bunu, oğlum...
dünyanın en kullanışlı şeyleri her yere sığanlardır...
büyük "şey"ler hiç bir boka yaramaz...
sadece parlemento binası...

ne varsa kutsal boyna asılır, cebe sığar
emin ol kutsal olan herşey sevişirken kirlenir...
kutsal olan herşey sevişirken kirlenebilmelidir...
kutsal olan sevişirken terleyendir...

bir vibrasyon
bedeni, omurgayı, gecenin belkemiğini, o fay hattını titreten şeyler...

çok uzakta bir rakun, bir geyik, bir bizon
bir göletin başında bazı nazarlıkları toprağa gömüyorlar...
kimse bunu görmüyor....

işte orası cennet...
işte orada bizim dışımızda herşey var...
biz yokuz işte orada...biz yokuz...

burası işte o oda...hareket etmeden önce gerekçesini düşünmediğimiz oda...
salyalarla ve terle ilgili olan oda...
burası cebimize sıkıştırıp her yere götürmek zorunda olduğumuz oda...
burası bizi karbondioksitle zehirleyemeyecekleri oda...
burası gözlerimize ihtiyacımız kalmayana kadar zülcenah ile ağlayabileceğimiz oda...
burası canımızı acıtmamızın hoş karşılanacağı oda...
burası arkadaşlarımızı ve güvenlik görevlilerini neşelendirmek zorunda kalmadığımız oda...
burası kendimizden geçene kadar güneşin çevresinde dönebileceğimiz ve güneşin de bizim çevremizde döneceği oda...
burası ayın inadına dimdik ve yarısı şehvetle ısırılmış bir şeftali gibi yapyarım duracağı oda...

burada bir rakun, bir geyik, bir bizon
bir şeyin içine ne iyi niyetle ne de kötü niyetle
sırf tükürmeleri gerektiği için tükürüyorlar...

ne gerekiyorsa o yapılıyor bu odada,
art - iyi ya da kötü niyet yok...
niyet etmeden yapılan bir oda bu...niyetsiz, kirli ve karanlık ve güven verici bir oda bu...

bir bavula sığan bir oda bu
bir boyuna takılan bir oda...
balkonundan her yer görülen ama dışarı çıkıp her yeri görmeyi tercih etmeyeceğin bir oda bu...





31 Ocak 2014 Cuma

gargoyle



ışıkları yak...
cildin pürüzsüz...mermer...neredeyse korkunç...
ışık cildinden yansıyor...
cildin ışığı içine almıyor....
zamanı içine almıyor cildin...

avuç içlerini göz kapaklarına getirdin
geriye doğru saymaya başladın...
karanlıkta kendi adını sayıklayarak onu yitiren bir şeysin...
bir süre sonra kendi adını tekrarlamaktan ibaret hale geleceksin...
bir süre sonra adının gerisinde boşluktan başka bir şey olmayacak...
bir süre sonra cildin ışığı içine almayacak...
bir süre sonra cildin zamanı içine almayacak...
bir süre sonra...
bir süre...

yontarak, sürterek, kazıyarak
sürterek, yontarak, kazıyarak
kazıyarak...kendine şekil veren bir şey...
kendini kendinin hammaddesinden tüküren bir şey...
kanatları olan ama kendini gömmeyi uçmaya yeğleyen bir şey...

ışığın ona gösterecek bir şey yok
ne varsa karanlığın içinde...
karanlığın içinde kımıldanan milyonlarca başka karanlık...

"lav" diye bağırıyor, ışığın kaynağında ateş almış toprak var ve kaya...
magmayla ilgileniyor...
bir dağı oluşturmuş olanla....

ondan geriye
"BENİM YÜZDE ON'UM HAYALİ KAHRAMAN" diye fısıldayan bir oğlan kalacak
sevilecek ve sevecek...
her taş gibi yüksekten uzun ve dümmmdüzzz bir doğru boyunca yere düşecek...
magmanın içinde eriyecek gidecek...

eriyecek gidecek...







24 Ocak 2014 Cuma

bakha




...
daha önce uğursuz "şey"lerin geldiği yoldan geliyorlar...
aralık kalan bir yatak odasından sızan loş bir ışıktan...
bir çatlaktan gelir gibi.

ellerinde makasları, keserek
ellerinde iğneleri, dikerek
temizleyerek, oğalayarak, ezerek
pişmanlık duymadan
ne bir "ah" ne bir "of" çekmeden
geliyorlar...

bir düşünüşün içinden geçerek
bir hırçınlığın...
ani bir kalp kırıklığının...
insanı kötücül olmaya zorlayan olayların anılarının...
kendi yüzünde karşılaştığın hepsi tamamen sana ait vicdansızlıklarının üzerinden  geçerek...

bazı "şey"ler gibi uçuşarak geliyorlar...

bazı şey ler gibi titreşerek geliyorlar...

içinde şiddetle bastırdığın şeylerin üzerine basarak geliyorlar...

kibar ya da medeni ya da uysal bir şekilde olmayacak, olacak olanlar...
olacak olanlar, olacaklar...
var olmak için gerekli olduğu kadar titreşiyorlar, görünür oluyorlar, duyulur ve tadılır...
tükürebilir, tükürülebilir, unutabilir ve parçalayabilir hale geliyorlar...

çocukken o çok korktuğun kirli süs havuzunun dibi kadar karanlık olan korkularınla geliyorlar...

tek yapacağın barışmak...
gerisini onlar halledecekler...

geldikleri gibi gidecekler...
geride hiçbir şey bırakmadan geri dönecekler...