10 Eylül 2013 Salı

RÜ'A DEFTERİ:

…bunları kimin okuması için yazdığımı bilmiyorum…bakış varışını yitirmiş bir sanat ve tapınma nesnesi gibiyim…bir ara yüz, bir nick name, bir avatar olarak algılıyorum kendi varlığımı…şeffaf…ve geçirgen…bakıldığında kendini göstermek yerine, önünde durduğu nesnenin görüntüsünü eğretilemeyi seçen bir filtre…varış noktasını çok da önemsemeyen bir uzay aracı…gülümseyen, gülümseyebilen bir uzay aracı…:P…

”o, pembe değil, canımmm…” … pembe çoktan ele geçilirdi, bu önümüzdeki onun süslenmiş cesedi… kırmızının ve mavinin cesedinin yanında duruyor… coca cola tabelasının yanında.” Öfkeli miyim… hayır…öfke, değil bu…bir dalgalanma… dalgalanan ve dalgalandıran dışında hiçbir şey in göremediği neredeyse kıpırtısızlığa benzeyen bir hareket…bir duruş ve bir durum…gerçeklikte renkler tabelalarda durdukları gibi durmuyor di mi? Bir araya toplanmış bir sürü mavi…olmuyor…renkler genelde bir yerde ya da birbirlerinin içinde bir araya geliyorlar, (ANA RENKLERRRR…ANA RENKLER FAŞİZMİ…) beraberken kendilerinden başka bir renge benziyorlar, bizim algılamadığımız bir renge benziyorlar, henüz listelenmemiş bir renge…okyanusun dibinde ya da uzayın derinin içinde bir yerde bulunan ve gördüğümüzde ağzımızın açık kalacağı bir renge benziyorlar…kendi içinde sürekli değişen, ama halen tek renk olabilen bir renge…benziyorlar…renkler, toplandıklarında gene bir renge benziyorlar…olmayan bir renk..ama...ama yine de bir renk….”

Hareketsizliğin içinde ne çok şey var…karanlığın içinde..sessizliğin içinde…görerek veya duyarak değil, dokunarak, teninle yerlerini bulman lazım…dokunarak... beyaz gözbebekleri ve balmumu ile tıkalı kulaklarla gezmen gerekli…

Neresinde işliyorum…tik…ediyorum…tik tak…trik trak…neresinde yaşadığımı hissediyorum…belki de 33 e sadece 75...üç çeyreklik…sayılar ve matematik..karanlığın içinde gözlerin kapalı saydığın zaman, işte o zaman, bizi var ederken aynı anda bunun içinde bizim yok oluşumuzu hazırlayan “zaman”ı hissedersin…o an zamanı saymazsın..zaman olursun

Sen hiç karanlıkta geriye doğru sayıp “sıfır” dedikten sonra kendi ismini kendi kulağına fısıldadın mı…fısıldamadıysan o senin ismin değil…korkunun içinde ne bulduysan onun içinde, onunla , ona karşı değil, hayır ona karşı değil, onunla; korkunla beraber oturdun mu…oturmalısın…içinde hiç aydınlık olmayan bir gezegenden geldiğini düşünerek, ışığın gözünü aldığı an…bunlar ışık korkuları…karanlıkta seni senden başka korkutacak bir şey yok…ışığın içinde …sıfır….




Dönenen, kıvrılan, iç içe geçen, bir anlığına bir şeyi çağrıştıran, bir şeyi çağıran ama sonunu getirmeyen bi’şeyler var sembollerin içinde…sembollerin  ardında sembollerin anlattığından başka bir makine işliyor..sembollerin haritası ile “şey”lerin ülkesi gezilmiyor…şeylerin kendileri sembollerin kapladığı alanlardan büyük, “yok – alan”lar kadar büyük; gerçekleşmiş bir mitingden sonra sabahın ilk saatlerine terk edilmiş bir alan kadar… insanlar kadar, insanların ilişkilerinin; kendilerine, birbirlerine dair hayallerinin hikayelerinin hayaletleri ile kaplı alanlar kadar büyük, hem kendi yaşamını hem de aynı anda kendinin hortlağını bedeninde taşıyan o devasa canlılar; o fikirler kadar büyük…o “yok – şey”ler kadar büyük…hayalin hayal gücünden ayrıldığı ve binlerce başka hayallere değdiği alanlar kadar…işte o kadar …işte sembollerin arkasında tabi ki sembolden büyük “şey”lerin arasında, senin sembol bedeninin gerçek büyüklüğünün geometrisinin peşinde…Unutma, sayılar ve açılar değişmez…uzakta; ufukta kaybolurmuş gibi duran bir perspektifin kökenindeki açıyı bulmak peşinde…sembollerin gerisinde korkunun içinde karanlıkta oturan bi’şiy var…beynimin tamamladığı ama gözlerimin algılayamadığı ama bi’ bıraksalar – kahretsin bi’ bıraksalar – dokunsam kesinlikle hatırlayacağım bir şey var…dokunsam….dokunulabilir semboller istiyorum…EĞER BİR SAVAŞ OLACAKSA, O HAYALGÜCÜNÜN GÜÇLERİ İLE ZATEN GERÇEKLEŞİYOR OLAN SAVAŞIN SINIRLARININ KENARLARINDA GÖRÜNÜR OLACAK… zaten herkesin içinde, gözlerini kapattığı, uyku ile uyanıklık arasında bir anlığına batıp çıktığı coğrafya da oluyor olan savaş; vicdanın ile yaptıkların, yapıyor oldukların ve yapmayı planladıkların arasındaki savaş…               temiz ve geniş bir uykunun cenneti ile ödüllendiğin o geniş uyku ovalarına, yok – şey lerin geniş ülkesine girmek için her gece yinelenen savaş…bilincinden bilincin dışına ilerlemeden önce elindeki “son – sembol”lerin önünden başın önünde yürüyüşün…bir cümleyi tesbih yapıp, aynı kelimeyi her tekrarı kendi içinde farklı bir “yok şey”i anımsatacak şekilde dilinden kaydırarak…kelimelerin ardında duran bir şey var, gördüğümüzü silüeti bile vâkur bir ürkmüşlük ile – ama mütebessüm bir şekilde – seyrediyoruz…




“…beni geri çağıracaksınız…
Hem benim için korkarak hem de sizin ayak basamadığınız o yere ilerlememin kıskançlığı ile…
...beni geri çağıracaksınız…
Benim gözlerimden görmek isteyeceksiniz…
Kendisine doğru gittiğim şeye varmadan önce…
O şeyi…
Benim gözlerimle görmek isteyeceksiniz…

İsmimi haykırdığınız zaman, artık o ismin gerisinde olan olmayacağım…
İsimlerden isimlere yansıyan ve yansımanın kendisini yansıttığı kadar seven, affeden, öpen…evet, ah…öpen…bir ara yüz, bir tül, bir mâkâm, bir genelleme olacağım…
Mavi yanıp kırmızı söneceğim…ama hiç kesilmeden…bir mavi bir kırmızı bir mavi bir kırmızı mavi kırmızı mavi kırmızı mavi kırmızı…

Beni geri çağırdığınız zaman, her şey için çok geç olacak ama hiçbir şey de başlamamış olacak henüz…daha başlamamış olanın büyük finalini kaçırmış bir şekilde bekleyeceksiniz….
Benim geri gelmemi…

…Kendi içinde katlanarak “küçülür”ken; bir zamanlar onbinler’in toplandığı bir alana dair o son hatırât’ta, da o “yok -şey” e doğru ilerlerken; kendi içinde kâh katlanarak küçülürmüş gibi kâh bedenimin üstünde kalan son görünürlük katmanları iç içe geçerek büyürmüş gibi gözükerek bir “yansıma” yaratırken..”kendim” ile “görüntüm” hiç ayrılmayacak şekilde bir araya gelirken…hacim küçülürken ama görüntü büyürken…bir şey kendi içine doğru çekilirken….aynı anda dışa doğru patlarken…

…anne bu seferlik ben kendimi doğurabilir miyim…anne, bu seferlik ben seni doğurabilir miyim…”