25 Aralık 2013 Çarşamba

cats






m
o
n
a
m
o
u
r

22 Aralık 2013 Pazar

IT IS POSSIBLE NOT TO Love...

sonra bana herşeyi sevmem gerektiğini öğretiyorsun...bir ara...
en çıplak haliyle
herşeyi...
hoş geldinlememi...
herşeyin ayağına terlik vermemi...
şakalarına gülmemi...
- AMA KARARIYLA-
bir nezaket maşası ile şeker kasesinden küp şeker alıp bardağıma o şekeri atar gibi
kırılgan bir şekilde...
- YANİ KARARIYLA-
bir genç kız gibi...
bir kurban gibi
bir çığlık kraliçesi gibi...
KARARIYLA SEVMEMİ...SAPITMADAN...
herşeyi sevmem gerektiğini öğretiyorsun...

bir kedi kendini en olmaz yerlere sıkıştırmayı seviyor ama sen onu sıkıştırdığında tırmalıyor ya...
işte öyle karşı taraf tarafından hiç anlaşılmaz ama kedi tarafından çok mantıklı bir durum bu ya...

işte öyle bir his geliyor.
"sevmemek...tercih edilebilir" diyorum...
yüzükler tercih edilebilir...
kendi kendini demlemeye başlayan çaydanlık tercih edilebilir...
uzayan tırnaklar...
çekmecelere sıkıştırılacak ütopyalar tercih edilebilir...yazıldıkları gibi unutulacak ütopyalar...
tek gecelik zaferler tercih edilebilir...
tek gecelik zaferler rafta tek gecelik yenilgilerin yanına koyulabilir....
tek gecelik beraberlikler, tamamen unutayazılabilir.

bunların hepsi olabilir...

ya da


bu kadar karışık tarif etmeden
"insan bazen kendini teslim edebilmelidir...kafasının içindeki sesleri uykuya yatırıp
ve hepsini affedip
bir sessiz karanlık içinde
uyuyabilmelidir."





19 Aralık 2013 Perşembe

ekinoksa az kala...skandallar arasında...



beni yere düşmeden önce tutmanı bekliyordum
en son düşündüğüm buydu...
parçalanmadan önce...

ağzımda tahammül fersah bir şaşkınlık gülümsemesi...
parçalarımdan ibaretim...

duruyorum...
yerde darmadağınık...

herşey herşeyin içinde...
darmadağın ortalık..

şeylerin kendi kendilerini şaşırtabilirliği bakî...
kendilerinden başka bir şey ifade edebilirlikleri...
üzücü olabilirlikleri, değiştiricilikleri...
başka ellerin fallarında anlam kazanabilirlikleri...

gökte büyük bir balinanın karnı yarılmış gibi başlıyor yağmur...
önce sesleri...
sonra kedilerin sırtındaki ürpertisi...
sonra yağmurun yağdığı semte dair önyargılarımız...
hepsi ıslanıyor...

bir yanda yağmur yağıyor
bir yanda skandallar
bir yanda biri memnuniyetle yerlere düşüyor
birileri kırılıyor...gene memnuniyetle..

9 Aralık 2013 Pazartesi

eskiden..sivas'tan...çifte minare'de...ellerim kaşınırken...


BOZKIR #1
...dünya değişiyor, ben de onun değiştiği yönde değişiyorum...bazen...bazen..ters yönde...bazen hiç...değişmiyorum...değişimin etrafı saran kokusunu koklayabiliyorum...benim kokum onun içinde değil...dış gerçeklikle aramda bir tül...yeni alınan elektronik aletlerin ekranlarının üzerindeki şey gibi...ardındakini gösteren ama onu dokunulmaz kılan bi'şiy....olduklarımı düşünüyorum...bir adam...bir çocuk...bir oğul falan filan...bi' çok şey..."senin" yüzünse olmak istediklerim ile olduklarım arasında duruyor..."senin" yüzün beni birşeylere imrendiriyor..."senin" yüzün aşka benziyor bazen...senin bana baktığın anlar bir kahraman olmak istiyorum, bir çocuk oyuncağı,ne bileyim neşeli bi'şiy...umut veren bi'şiy olmak istiyorum...o şey olmak istediğim an,onun dışında her şeye benziyorum.sen bana baktığında kendim dışında her şeye benziyorum...o an işte; işte tam o an hareketsiz kalıyorum. gözümün önünde dünya hâraretle hareket ediyor; şehvetle; dirençle; bir tür inançla...görmediğim ama hissettiğim bir strateji ile hareket ediyor...büyük resimde bir yere oturduğumu umuyorum; hiçbir şey yapmamamla; eylemsizliğimle....durağanlığımla. olduklarım; olamadıklarım ve olmak istediklerimle...senin yüzün işte...tüm bunların içinde; canımı acıtırcasına kendine dâirsin...( canının acıdığı zamanlarda çok dinlediğin sonra unuttuğun bir şarkıyı yeniden duyduğundaki karın ağrısı ! ) senin yüzün...dünya, ben değişim ve eylemsizlik arasında duruyor...bir tür "fink" atıyor senin yüzün borçka'da nefes nefese karagöl'e tırmanıyor; aniden kalabalık ağaçların ve tembel eğreti otlarının arasından beliren gölün astrolojik yüzeyi karşısında ağzı açık kalıyor...senin yüzün sivas'ta kafasını

bozkırın bizi aşan gökyüzüne gözlerini dikiyor; kaynağı belirsiz bir huzur kaplıyor içini; senin yüzün amsterdam'da hayatında ilk kez esrar içiyor; caffe shop'ın elleri kocaman, sarışın tezgahtarıyla hayali aşklar üleşiyor...senin yüzün kendi içinde değişiyor; değişim değişim içinde erirken başka bir değişime dönüşüyor..."ben", seni izliyorum...uzağımda ve yakınımda...dünyanın neredeyse jeolojik evriminin bir parçası olan seni...seni; aynı anda hem borçka'da hem sivas'da hem amsterdam'da ve dünyanın şu anda var olan her yerinde evrilirken izliyorum...kendini bir minerale, dünyanın dibinde sadece kendinin hissedebildiği bir hareketle büyüyen bir kristale dönüştürmendeki alçakgönüllüğü hayretle izliyorum...bana bakmanı izliyorum; beni de yanına almanı; beni de kendinle beraber dönüştürmeni...olmuyor...sonuçta senin yüzün, olmak istediklerimle olamadıklarım arasında duruyor..dünya değişiyor...

ACI GERÇEK!!!!

LIFE NEVER SUCKS...BUT YOU...SUCK SOMETIMES!!!!



7 Aralık 2013 Cumartesi

suadiye

UPUZUN BİR GECENİN ARDINDAN
SUADİYE SAHİLYOLU
06.38
- güneş doğdu doğuyor...-

I.
uzun sürmüş bir gecenin sabahı
güneş hiç bu kadar parlak olmamıştı diye bağırmak istiyorsun
kendi göğüs kafesini senin göğüs kafesine o kadar hızla bastırmıştı ki...
bağıramıyorsun...göğüslerinin kafesleri acıyor...

II.
"hangi frekanstan yayın yapıyor senin radyon..." diyorsun
laf atıyorsun
kafanı memnuniyetle öne eğiyorsun...
attığın lafı tutuyor ve gülümsüyorum
laf yere düşmüyor...
son gücümü lafı tutmaya adıyorum...
bağıramıyorum ama lafı ellerimde tutuyorum...

III.
önce çanları duyacaklar diyorsun

IV.
semâvi olmayanlardanız...
buraya sadece ısı üretmek için geldik..
bir şeyi
- bir mesajı , sıcaklığı, bir yaylıyı, bir kediden bir kediye gönderilen bir kokuyu,
yapraklarını asla göremeyeceğimiz bir çiçeğin polenini,
hangi şarkıya ait olduğu bilinmeyen bir nakaratı -

bir şeyi iletmek için geldik...

V.
sahil yolu boyunca
kendini kendinden taşırmamak için
temkinli bir sûkunetle
bir kedinin yanında
yürüyorsun...


VI.
maddenin dördüncü halinden bahsediyorsun
genişşş konularr...öyle di mi...bizi aşan ama inatla çevrelerinde küçücük ellerimizi çırparak dolanmaktan hoşlandığımız konular...
kendimizden emin gibi gözükmeye bayıldığımız ama artlarındakilerle ödümüzü kopartan konular
ne kadar çiğnesek sakıza dönmeyen konular
esnemeyen...bizi aşan konular...

VII.
hiç karanlığı olmayan bir gezegendekilere gölgeyi nasıl anlatırsın diyorsun...
insan çürümeye neden ellerinden başlar diye soruyorsun
nerden biliyorsun diyorum, cevap vermiyorsun...
vereceğin en zekice cevaptan daha güzel susuyorsun...

"bunlar" diyorum "işte geriye bir tek bunlar kalacak bu geceden..."
kalması gereken ne varsa, ne kadarsa, o kadar az ve o kadar çok
ne daha az ne daha çok...
bunlar...

VIII
kediler dünyayı hareketten ibaret görüyor,
zamandan ve simgelerden arındırılmış halde
geçmişten ve gelecekten kurtarılmış halde
dönüşürken ve dönüşümünün ta kendisinden ibaretken...

IX.
uzaklaşan bir sırt...
uzaklaşan bir sırttan ibarettir bazen
bazense uzaklaşan bir sırt, uzaklaşan bir sırt dışında pek çok şey ifade eder.
kedi ve sırtın, yan yana uzaklaşıyorsunuz.
piano piano...yumuşak adımlarla...neredeyse adımın kendi bile duyamıyor sesini...
adım adım...
sessiz sessiz...
uzaklaşıyorsunuz...

-güneş doğdu.-






2 Aralık 2013 Pazartesi

d22


D22'de....

(saat 22.07
biraz iyi niyet...neler yaptırabilir bir sokak kedisine...inanamazsın...

erkek kedilerin kapılarını beklediği evlerde
kapıları vuran neyse...
işte o...
hatırlıyor musun ?
dilbilgisinin bir çataldan daha az işe yaradığı zamanlardı
herşey sıcaktı, lavdı...
herşey heyecanlı
ve bir o kadar eşine rastlanılmazdı...)

(saat 01.52
kapıda evi olmayan biri uyuyor.
o uyku ile evde uyunan uyku arasındaki on farkı sayınız!)

daha fazla canavarlık yok...
yoktu daha fazla canavarlık...

herkes kardeş, herkes dost, herkes bir o kadar da uzlaşılmazdı...

herşey bir ah...tı...

işte o zamanlardı...

bu bir açıdan mutsuzluk, bunların hepsi bir mutsuzluk...
bunların hepsi bir düşünüş
bir anlığına bedenini ele geçiren bir şeytan, bir tür cin...düşünüş...
kendini ikna ettiğin bi şiy...
kendine şekil verdiğin bir şey...bi şiy...
bi tür matematik arayışı...
bunlar bi...şiy...kedilerin bildiği bi şiy...
konuşmaya tenezzül etmeyenlerde bizim bilmediğimiz bi şiy var..işte o bişiy...

kapıda, uyumaya devam ediyor...

kanapenin
çekyatın üzerine teslim edilmiş bedenin ayağa kalkması için bir neden arayışı...
çizgilerin sayısı
mavilerin sarılara karşı yengisi...bunda bir kehanet var...var mı...
bir anlaşılma isteği...
bir ritm...bir skor...
dolmuşa bindiğinde insanlarla iletişebilmene yarayacak bir yöntem arayışı
hep bir halledebilme isteği...

erkek kedilerin kapılarını beklediği evlerde
kapıları vuran neyse...

kedilerin sevdiği müzikleri dinliyorum
ikna oldukları
üzerine bir yaşam inşa ettikleri
her gördüğüm bedeni hepimizi tamamlayan bir sevişmenin içinde hayal ediyorum...
bir tür teslim olma hali...
bir azınlık olma hali...
bir kayrılma isteği...bir tür affedilme...bir tür alkışlanma isteği...bir tür...

bunlar hep sonradan hatırlandığında
yaşadığına ikna olacağan anlardı...

galata...
kar geliyor...

10 Eylül 2013 Salı

RÜ'A DEFTERİ:

…bunları kimin okuması için yazdığımı bilmiyorum…bakış varışını yitirmiş bir sanat ve tapınma nesnesi gibiyim…bir ara yüz, bir nick name, bir avatar olarak algılıyorum kendi varlığımı…şeffaf…ve geçirgen…bakıldığında kendini göstermek yerine, önünde durduğu nesnenin görüntüsünü eğretilemeyi seçen bir filtre…varış noktasını çok da önemsemeyen bir uzay aracı…gülümseyen, gülümseyebilen bir uzay aracı…:P…

”o, pembe değil, canımmm…” … pembe çoktan ele geçilirdi, bu önümüzdeki onun süslenmiş cesedi… kırmızının ve mavinin cesedinin yanında duruyor… coca cola tabelasının yanında.” Öfkeli miyim… hayır…öfke, değil bu…bir dalgalanma… dalgalanan ve dalgalandıran dışında hiçbir şey in göremediği neredeyse kıpırtısızlığa benzeyen bir hareket…bir duruş ve bir durum…gerçeklikte renkler tabelalarda durdukları gibi durmuyor di mi? Bir araya toplanmış bir sürü mavi…olmuyor…renkler genelde bir yerde ya da birbirlerinin içinde bir araya geliyorlar, (ANA RENKLERRRR…ANA RENKLER FAŞİZMİ…) beraberken kendilerinden başka bir renge benziyorlar, bizim algılamadığımız bir renge benziyorlar, henüz listelenmemiş bir renge…okyanusun dibinde ya da uzayın derinin içinde bir yerde bulunan ve gördüğümüzde ağzımızın açık kalacağı bir renge benziyorlar…kendi içinde sürekli değişen, ama halen tek renk olabilen bir renge…benziyorlar…renkler, toplandıklarında gene bir renge benziyorlar…olmayan bir renk..ama...ama yine de bir renk….”

Hareketsizliğin içinde ne çok şey var…karanlığın içinde..sessizliğin içinde…görerek veya duyarak değil, dokunarak, teninle yerlerini bulman lazım…dokunarak... beyaz gözbebekleri ve balmumu ile tıkalı kulaklarla gezmen gerekli…

Neresinde işliyorum…tik…ediyorum…tik tak…trik trak…neresinde yaşadığımı hissediyorum…belki de 33 e sadece 75...üç çeyreklik…sayılar ve matematik..karanlığın içinde gözlerin kapalı saydığın zaman, işte o zaman, bizi var ederken aynı anda bunun içinde bizim yok oluşumuzu hazırlayan “zaman”ı hissedersin…o an zamanı saymazsın..zaman olursun

Sen hiç karanlıkta geriye doğru sayıp “sıfır” dedikten sonra kendi ismini kendi kulağına fısıldadın mı…fısıldamadıysan o senin ismin değil…korkunun içinde ne bulduysan onun içinde, onunla , ona karşı değil, hayır ona karşı değil, onunla; korkunla beraber oturdun mu…oturmalısın…içinde hiç aydınlık olmayan bir gezegenden geldiğini düşünerek, ışığın gözünü aldığı an…bunlar ışık korkuları…karanlıkta seni senden başka korkutacak bir şey yok…ışığın içinde …sıfır….




Dönenen, kıvrılan, iç içe geçen, bir anlığına bir şeyi çağrıştıran, bir şeyi çağıran ama sonunu getirmeyen bi’şeyler var sembollerin içinde…sembollerin  ardında sembollerin anlattığından başka bir makine işliyor..sembollerin haritası ile “şey”lerin ülkesi gezilmiyor…şeylerin kendileri sembollerin kapladığı alanlardan büyük, “yok – alan”lar kadar büyük; gerçekleşmiş bir mitingden sonra sabahın ilk saatlerine terk edilmiş bir alan kadar… insanlar kadar, insanların ilişkilerinin; kendilerine, birbirlerine dair hayallerinin hikayelerinin hayaletleri ile kaplı alanlar kadar büyük, hem kendi yaşamını hem de aynı anda kendinin hortlağını bedeninde taşıyan o devasa canlılar; o fikirler kadar büyük…o “yok – şey”ler kadar büyük…hayalin hayal gücünden ayrıldığı ve binlerce başka hayallere değdiği alanlar kadar…işte o kadar …işte sembollerin arkasında tabi ki sembolden büyük “şey”lerin arasında, senin sembol bedeninin gerçek büyüklüğünün geometrisinin peşinde…Unutma, sayılar ve açılar değişmez…uzakta; ufukta kaybolurmuş gibi duran bir perspektifin kökenindeki açıyı bulmak peşinde…sembollerin gerisinde korkunun içinde karanlıkta oturan bi’şiy var…beynimin tamamladığı ama gözlerimin algılayamadığı ama bi’ bıraksalar – kahretsin bi’ bıraksalar – dokunsam kesinlikle hatırlayacağım bir şey var…dokunsam….dokunulabilir semboller istiyorum…EĞER BİR SAVAŞ OLACAKSA, O HAYALGÜCÜNÜN GÜÇLERİ İLE ZATEN GERÇEKLEŞİYOR OLAN SAVAŞIN SINIRLARININ KENARLARINDA GÖRÜNÜR OLACAK… zaten herkesin içinde, gözlerini kapattığı, uyku ile uyanıklık arasında bir anlığına batıp çıktığı coğrafya da oluyor olan savaş; vicdanın ile yaptıkların, yapıyor oldukların ve yapmayı planladıkların arasındaki savaş…               temiz ve geniş bir uykunun cenneti ile ödüllendiğin o geniş uyku ovalarına, yok – şey lerin geniş ülkesine girmek için her gece yinelenen savaş…bilincinden bilincin dışına ilerlemeden önce elindeki “son – sembol”lerin önünden başın önünde yürüyüşün…bir cümleyi tesbih yapıp, aynı kelimeyi her tekrarı kendi içinde farklı bir “yok şey”i anımsatacak şekilde dilinden kaydırarak…kelimelerin ardında duran bir şey var, gördüğümüzü silüeti bile vâkur bir ürkmüşlük ile – ama mütebessüm bir şekilde – seyrediyoruz…




“…beni geri çağıracaksınız…
Hem benim için korkarak hem de sizin ayak basamadığınız o yere ilerlememin kıskançlığı ile…
...beni geri çağıracaksınız…
Benim gözlerimden görmek isteyeceksiniz…
Kendisine doğru gittiğim şeye varmadan önce…
O şeyi…
Benim gözlerimle görmek isteyeceksiniz…

İsmimi haykırdığınız zaman, artık o ismin gerisinde olan olmayacağım…
İsimlerden isimlere yansıyan ve yansımanın kendisini yansıttığı kadar seven, affeden, öpen…evet, ah…öpen…bir ara yüz, bir tül, bir mâkâm, bir genelleme olacağım…
Mavi yanıp kırmızı söneceğim…ama hiç kesilmeden…bir mavi bir kırmızı bir mavi bir kırmızı mavi kırmızı mavi kırmızı mavi kırmızı…

Beni geri çağırdığınız zaman, her şey için çok geç olacak ama hiçbir şey de başlamamış olacak henüz…daha başlamamış olanın büyük finalini kaçırmış bir şekilde bekleyeceksiniz….
Benim geri gelmemi…

…Kendi içinde katlanarak “küçülür”ken; bir zamanlar onbinler’in toplandığı bir alana dair o son hatırât’ta, da o “yok -şey” e doğru ilerlerken; kendi içinde kâh katlanarak küçülürmüş gibi kâh bedenimin üstünde kalan son görünürlük katmanları iç içe geçerek büyürmüş gibi gözükerek bir “yansıma” yaratırken..”kendim” ile “görüntüm” hiç ayrılmayacak şekilde bir araya gelirken…hacim küçülürken ama görüntü büyürken…bir şey kendi içine doğru çekilirken….aynı anda dışa doğru patlarken…

…anne bu seferlik ben kendimi doğurabilir miyim…anne, bu seferlik ben seni doğurabilir miyim…”


16 Nisan 2013 Salı

bu da bir travesti
kadından erkeğe ya da erkekten kadına dönüşmeye çalışmıyor ama
bir insandan bir hikayeye dönüşmeye çalışıyor
bir canlıdan bir hortlağa...
bu nasıl olur...
nasıl bir ameliyatla...

başka bir zaman algısına, başka bir dilbilgisine dönüşmek istiyor...
duygulanmaktan ve düşünmekten özgür...
görülmek, duyulmak ve kabul edilmekten uzak olmak istiyor...

neresini adayacak...
neresini kesecek...
neresinden vazgeçecek...


"neden filmlerin sonunda "the end" yazar da başlangıçlarında "the beginning" yazmaz.."...

10 Nisan 2013 Çarşamba

"dünya bitti!"
   diye bağırdı ; oturduğu yerden
   kedisinin kürkü ile aynı desendeki kayak pijamasıyla...
   "bize yeni giriş...gelişme...ve sonuçlar lazım
      yeni baht dönüşleri
      yeni kırılganlıklar, yeni hassasiyetler lazım...!"




"beni kütüphanelerde kütüphanelerle yalnız bırakmayın,
beni bu kadar çok dinlenilecek hikaye ile yalnız bırakmayın,
beni bunca düşlenen ve işte tam o kadar olmayan ile baş başa bırakmayın,
yapmayın."


...izlerin toplamı, izlerin kapladığı kişiden de o'nun hayatından da daha büyüktür; o iz, hem kendini, hem onu yaratanı - yani iz bırakanı -  ,  hem yaratının kendisini - yani üzerine iz bırakılanı-  ve hatta bunlara değmiş tüm hayatları kapsar,o hayatlara bulaşır...bir iz, hayatı kapsar ve hayat bir izden ibarettir..."



"neden filmlerin sonunda "the end" yazar da başlangıçlarında "the beginning" yazmaz.."...

coming soon!!!!

7 Ocak 2013 Pazartesi

kahvaltı'lıkların prensi...
...ve de beyaz peynirlerin...
sehpaya iliştirilen hoperlörlerden usuldayan "ı want you"nun prensi...
sana yüklediğim tüm anlamların prensi...

kara kuru zeytinlerin prensi...
cadde ekini verir misin in prensi...
sıradan zannedilirken vazgeçilmez olanın...
sevilenin...

hepimiz için tehlikeli zamanlar,
uyuduk uyuduk
yoksa ayıklık karabasan
başka bi'şiy diil...

ah 
kahvaltı'lıkların prensi....
bi yol
başından sonunu ele verirse
....

5 Ocak 2013 Cumartesi


merâsim...