…bunları kimin okuması için
yazdığımı bilmiyorum…bakış varışını yitirmiş bir sanat ve tapınma nesnesi
gibiyim…bir ara yüz, bir nick name, bir avatar olarak algılıyorum kendi
varlığımı…şeffaf…ve geçirgen…bakıldığında kendini göstermek yerine, önünde
durduğu nesnenin görüntüsünü eğretilemeyi seçen bir filtre…varış noktasını çok
da önemsemeyen bir uzay aracı…gülümseyen, gülümseyebilen bir uzay aracı…:P…
”o, pembe değil, canımmm…” … pembe
çoktan ele geçilirdi, bu önümüzdeki onun süslenmiş cesedi… kırmızının ve
mavinin cesedinin yanında duruyor… coca cola tabelasının yanında.” Öfkeli
miyim… hayır…öfke, değil bu…bir dalgalanma… dalgalanan ve dalgalandıran dışında
hiçbir şey in göremediği neredeyse kıpırtısızlığa benzeyen bir hareket…bir
duruş ve bir durum…gerçeklikte renkler tabelalarda durdukları gibi durmuyor di
mi? Bir araya toplanmış bir sürü mavi…olmuyor…renkler genelde bir yerde ya da
birbirlerinin içinde bir araya geliyorlar, (ANA RENKLERRRR…ANA RENKLER
FAŞİZMİ…) beraberken kendilerinden başka bir renge benziyorlar, bizim
algılamadığımız bir renge benziyorlar, henüz listelenmemiş bir renge…okyanusun
dibinde ya da uzayın derinin içinde bir yerde bulunan ve gördüğümüzde ağzımızın
açık kalacağı bir renge benziyorlar…kendi içinde sürekli değişen, ama halen tek
renk olabilen bir renge…benziyorlar…renkler, toplandıklarında gene bir renge benziyorlar…olmayan
bir renk..ama...ama yine de bir renk….”
Hareketsizliğin içinde ne çok şey
var…karanlığın içinde..sessizliğin içinde…görerek veya duyarak değil,
dokunarak, teninle yerlerini bulman lazım…dokunarak... beyaz gözbebekleri ve
balmumu ile tıkalı kulaklarla gezmen gerekli…
Neresinde
işliyorum…tik…ediyorum…tik tak…trik trak…neresinde yaşadığımı
hissediyorum…belki de 33 e sadece 75...üç çeyreklik…sayılar ve
matematik..karanlığın içinde gözlerin kapalı saydığın zaman, işte o zaman, bizi
var ederken aynı anda bunun içinde bizim yok oluşumuzu hazırlayan “zaman”ı
hissedersin…o an zamanı saymazsın..zaman olursun…
Sen hiç karanlıkta geriye doğru
sayıp “sıfır” dedikten sonra kendi ismini kendi kulağına fısıldadın
mı…fısıldamadıysan o senin ismin değil…korkunun içinde ne bulduysan onun
içinde, onunla , ona karşı değil, hayır ona karşı değil, onunla; korkunla
beraber oturdun mu…oturmalısın…içinde hiç aydınlık olmayan bir gezegenden
geldiğini düşünerek, ışığın gözünü aldığı an…bunlar ışık korkuları…karanlıkta
seni senden başka korkutacak bir şey yok…ışığın içinde …sıfır….
Dönenen, kıvrılan, iç içe geçen,
bir anlığına bir şeyi çağrıştıran, bir şeyi çağıran ama sonunu getirmeyen bi’şeyler
var sembollerin içinde…sembollerin
ardında sembollerin anlattığından başka bir makine işliyor..sembollerin
haritası ile “şey”lerin ülkesi gezilmiyor…şeylerin kendileri sembollerin
kapladığı alanlardan büyük, “yok – alan”lar kadar büyük; gerçekleşmiş bir
mitingden sonra sabahın ilk saatlerine terk edilmiş bir alan kadar… insanlar
kadar, insanların ilişkilerinin; kendilerine, birbirlerine dair hayallerinin
hikayelerinin hayaletleri ile kaplı alanlar kadar büyük, hem kendi yaşamını hem
de aynı anda kendinin hortlağını bedeninde taşıyan o devasa canlılar; o fikirler
kadar büyük…o “yok – şey”ler kadar büyük…hayalin hayal gücünden ayrıldığı ve
binlerce başka hayallere değdiği alanlar kadar…işte o kadar …işte sembollerin
arkasında tabi ki sembolden büyük “şey”lerin arasında, senin sembol bedeninin
gerçek büyüklüğünün geometrisinin peşinde…Unutma, sayılar ve açılar
değişmez…uzakta; ufukta kaybolurmuş gibi duran bir perspektifin kökenindeki
açıyı bulmak peşinde…sembollerin gerisinde korkunun içinde karanlıkta oturan
bi’şiy var…beynimin tamamladığı ama gözlerimin algılayamadığı ama bi’
bıraksalar – kahretsin bi’ bıraksalar – dokunsam kesinlikle hatırlayacağım bir
şey var…dokunsam….dokunulabilir semboller istiyorum…EĞER BİR SAVAŞ OLACAKSA, O
HAYALGÜCÜNÜN GÜÇLERİ İLE ZATEN GERÇEKLEŞİYOR OLAN SAVAŞIN SINIRLARININ
KENARLARINDA GÖRÜNÜR OLACAK… zaten herkesin içinde, gözlerini kapattığı, uyku
ile uyanıklık arasında bir anlığına batıp çıktığı coğrafya da oluyor olan
savaş; vicdanın ile yaptıkların, yapıyor oldukların ve yapmayı planladıkların
arasındaki savaş… temiz ve
geniş bir uykunun cenneti ile ödüllendiğin o geniş uyku ovalarına, yok – şey
lerin geniş ülkesine girmek için her gece yinelenen savaş…bilincinden bilincin
dışına ilerlemeden önce elindeki “son – sembol”lerin önünden başın önünde
yürüyüşün…bir cümleyi tesbih yapıp, aynı kelimeyi her tekrarı kendi içinde
farklı bir “yok şey”i anımsatacak şekilde dilinden kaydırarak…kelimelerin
ardında duran bir şey var, gördüğümüzü silüeti bile vâkur bir ürkmüşlük ile –
ama mütebessüm bir şekilde – seyrediyoruz…
“…beni geri çağıracaksınız…
Hem benim için korkarak hem de sizin ayak basamadığınız o
yere ilerlememin kıskançlığı ile…
...beni geri çağıracaksınız…
Benim gözlerimden görmek isteyeceksiniz…
Kendisine doğru gittiğim şeye varmadan önce…
O şeyi…
Benim gözlerimle görmek isteyeceksiniz…
İsmimi haykırdığınız zaman, artık o ismin gerisinde olan
olmayacağım…
İsimlerden isimlere yansıyan ve yansımanın kendisini
yansıttığı kadar seven, affeden, öpen…evet, ah…öpen…bir ara yüz, bir tül, bir
mâkâm, bir genelleme olacağım…
Mavi yanıp kırmızı söneceğim…ama hiç kesilmeden…bir mavi
bir kırmızı bir mavi bir kırmızı mavi kırmızı mavi kırmızı mavi kırmızı…
Beni geri çağırdığınız zaman, her şey için çok geç olacak
ama hiçbir şey de başlamamış olacak henüz…daha başlamamış olanın büyük finalini
kaçırmış bir şekilde bekleyeceksiniz….
Benim geri gelmemi…
…Kendi içinde katlanarak “küçülür”ken; bir zamanlar
onbinler’in toplandığı bir alana dair o son hatırât’ta, da o “yok -şey” e doğru
ilerlerken; kendi içinde kâh katlanarak küçülürmüş gibi kâh bedenimin üstünde
kalan son görünürlük katmanları iç içe geçerek büyürmüş gibi gözükerek bir
“yansıma” yaratırken..”kendim” ile “görüntüm” hiç ayrılmayacak şekilde bir
araya gelirken…hacim küçülürken ama görüntü büyürken…bir şey kendi içine doğru
çekilirken….aynı anda dışa doğru patlarken…
…anne bu seferlik ben kendimi doğurabilir miyim…anne, bu
seferlik ben seni doğurabilir miyim…”